Sayfalar

6 Haziran 2016 Pazartesi

Tanburun Hayali – Kâmuran Yarkın’la Bir Ömür


Bu röportaj bir günde yapılmadı. 2015’in baharında başladık kaydetmeye. Birçok şeyin sığmadığını sezinliyorum. Kâmuran Hoca, hatırına geldikçe, soruların getirdiği dönemeçler elverdikçe anlattı. Ama 84 yıldır hayatı hakkıyla yaşayan bir ömrün ana hatları var burada. Belki, “Babamı tanımıyorum hiç”in veya anneyi sekiz yaşında kaybetmenin getirdiği yoksunlukların telafisi için böylesine sarılması gerekiyordu yaşama. Kâmuran Hoca her pazar benim de korist olarak yer aldığım Ferahfeza Klasik Türk Müziği Topluluğu’nun çalışmalarına ve konserlerine geliyor mızraplı tanburuyla. Bununla birlikte beste çalışmalarına devam ediyor. Belki askerlikten kaynaklı çok disiplinli, dakik biri. Örneğin bu röportajlar koro çalışmalarının aralarında veya çıkışlarında yapılmadı, bu “iş” için özel günler ayırıp programladı.

“Ama hiç unutmadığım; daha çocuğum, inan ki 6 bile yokmuşumdur, Çakır Gazinosu vardı. Sonra Çakıl oldu. Dolmadır, altı denizdi. “Çakır’ın Yeri” diyorlardı. Tahtaların aralıklarından altta gezen sandallar fark edilirdi. Sandaldan yukarı bakıldığında ise gazinonun ışıkları görünürdü. Muazzez Akçay söylüyordu. Ve ne söylüyordu biliyor musun? Benim olsan seni bir gül gibi koklar sararım / Ah yasemen saçlarını her gece okşar tararım…”

“6 bile yokmuşumdur,” çağlarından bir enstantanenin coşkuyla anlatıldığı röportajın bu kısmı, İstanbul’un hâlâ masalsılığını yitirmediği dönemine ait; 1940’lara varılmamış henüz…  Tahtaların aralıklarından sızan gazino ışıkları ve nağmeler, Kâmuran Yarkın’ın hayatında uzun bir dönemi teşkil edecek performans ve sahne yıllarının imleyicisi gibi olmuş. Belki yıllar boyu o masalsı anın, arzunun peşinden gitmiş; sahnede insanlara müzik yapmanın tadını duyabilmek için zorlu bedeller ödemiş; hatta her sabah işkampavya sırtında Bahriye’ye gidip uzun yıllar sonunda bu hizmetten “tekaüt” olmayı beklemesi gerekmiş. Ama hem mızrabıyla, yayıyla hem de besteleriyle kendini müzik camiasına kabul ettirmiş. Müzeyyen Senar’dan Zeki Müren’e, Yıldırım Gürses’e, Emel Sayın’a, Gönül Akkor’a pek çok sanatçı onun bestelerini okumuş, onlarla turneler gezmiş. Belki de “Tanburun Hayali” ve hâlâ bestelemeye devam ettiği diğer Batı müziğiyle harmanlı saz eserleri o anın çekirdeğinden nüve bulan esinler... Sandala akseden nağmenin büyüsü ondan taşmış, çocuklarına, gelinlerine, torunlarına kadar yayılmış. Röportajı okurken göreceksiniz, o güzel nihavent şarkısına atıfla, hiç de “sisli bir hayal gibi değil içinde hatıralar”; 6 yaşında tahtaların arasından yüzüne sızan ışık hâlâ gözlerinde ve sözlerinde capcanlı, kıvrak ve uykudan uyandırıcı...

***

Annenizin ve babanızın müzikle ilgisi var mıydı?

Babamı tanımıyorum hiç. Babam ben beş aylıkken ölmüş. Annem Fahriye Hanım'ı sekiz yaşındayken kaybettim ama o geçen zaman içinde udunu dinledim. Dolayısıyla kulağımda güzellikler var musikiyle alakalı. Babamın müzikle alakası var mıydı yok muydu bunu hatırlamıyorum. Güzel sesli derlerdi büyüklerimiz onun için. Babamı resimlerinden biliyorum, o kadar...

Hangi semtte doğdunuz?

Ben Fatih doğumluyum. Horhor Caddesi’nde Suphi Paşa Konağı’nın yanında Molla Rebi’nin Konağı’nda biz otururduk. Osmanlı’da din ulemasından olan fetva emininin torunları otururmuş orada. Fetva emini, ordu sefere çıkarken ordunun önünde dinî, hamasi konuşmalar da yaparmış. Fetva emininin konağı; haremlik ve selamlık bölümleri var, hamamı var… Koca bir konaktı. Orada doğmuşum.

Bir aile mi yaşıyordunuz konakta?

Hayır, bizim üstümüzde oturan vardı. Altlarında biz vardık, fakat bizim altımızda yaşayan yoktu. En altta ise bedava olarak, onların uzaktan akrabaları otururdu. Gariban bir kadıncağıza vermişler, o oturuyordu. Fatma Hanım... Koca bir konak, o devirler... Beş lira ev kiramız vardı. Yüksek, geniş odalar... Masanın üstüne çıktığımız zaman ampul değiştirmeye yetişemiyorduk, öylesine yüksek tavanlı. O devirlerin mimarisi tabii.

Okula Erenköy’de başladım. Zihni Paşa İlkokulu’nda başladım. Erenköy Camii’nin müştemilatında. Şimdi kız meslek yüksekokulu oldu. Ortaokulu Kadıköy 1. Orta’da okudum. Şimdi Kenan Evren Lisesi oldu, Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın hemen yanında. İki tane kâgir bina vardır. Her iki binada da okudum. Liseye de Haydarpaşa’da gittim. Haydarpaşa Lisesi.

Babanız nereliydi?

Babam İstanbullu. Dedem Yanbolulu. Yani o zaman Osmanlı’nın Edirne’ye komşu olan bir eyaleti Yanbolu. Benim dedem İbrahim Bey Yanbolu beylerbeyiymiş. Oğlu olan babam Şükrü Bey, şimdiki Harbiye var ya, Harbiye Okulu oradaydı, orada okumuş, sonra Ruslarla harplere girmiş, 1908’lerde... Annemin babası olan dedem de askerliğini Edirne’de yapmış. Annem Edirne doğumlu. Annem henüz altı-yedi yaşlarındayken, öbürleri de daha kundaktayken İstanbul’a göç etmişler. Orada 22 odalı evi varmış dedemin, o evi de bırakıp İstanbul’a geliyorlar. Bulgar Kralı Boris giriyor Edirne’den içeri ta Silivri’ye kadar yanaşıyor, Çatalca’yı falan elde etmiş Balkan Harbi’nde. Marmara Denizi’ne ayağını bastığı, “İstanbul ben geliyorum!” dediği resmi gördüm ben. Ondan sonra rezil olmuş, o ayrı tabii… İşte o Balkan Savaşları’nda İstanbul’a göç etmişler.

Müzisyenlerin hangi aile içinde ve hangi ortamlarda büyüdüğü, özellikle okul öncesi, kulaklarına dolan gelenek nedir, onları merak etmekteyim. Örneğin, anneniz udu nerede öğrenmiş?

Bunu bilmiyorum. Ama anlatılan bana şu ki, o devirlerde iyi aile kızları Fransızca, edebiyat eğitimi alıyorlar, bunun yanında ud, piyano dersi görüyorlar, çalıyorlar. Eskiden TV, radyo, sahne vs. yok… Kadının evde kocasına ud çalması bir ambiyans... Ekseriya evde kadınlar saz çalıyor. Annemin, biliyorum, Fransızca konuştuğunu, edebiyattan anladığını...

Babasının ne iş yaptığını biliyor musunuz?

Tabii biliyorum, paşaydı babası, Miralay Cemal Bey kızı diye evlenmiş annem; ondan sonra paşalık da gelmiş. İşkodra’ya vali tayin edilmiş. Arnavutluk’a. Oraya gitmek istememiş. Ve sonra tekaüdünü istemiş ve paşa olarak emekli olmuş. Fakat bilemiyorum tabii, miralay maaşı mı paşa maaşı mı aldılar teyzelerim ve annem, bunu bilemiyorum. Dolayısıyla iyi bir aileden geldiği için ihtimam görmüş. Kendisinin Fransızca ve müzik hocası olduğu gibi küçük dayımın da keman hocası olduğu söylenirdi. Osmanlı’nın son dönem tavrı bu.

1910’lar sanırım.

Evet annem 1900 doğumlu zaten. 1918’de evlenmiş, Harp’in bittiği sene. Velhasıl, kulağımda bu nağmeler hep kalmıştır. Tek başına çalardı bazen gelenlere. Ben dizinin dibinde otururdum. Annemin o zaman okuduğu şarkılardan birkaçını hâlâ hatırlarım. O zamanın yeni şarkıları. Hicazkâr ve rast 2 şarkı okurdu, unutmam. Hacı Faik Bey’in rast şarkısı: Jâleler saçsın nesîm, gülzâra dönsün cûybâr / Feyz-i nisan ile pür olsun çemen gelsin bahar / Gülşen-i rengi hazan etti yeter çün târümâr / Feyz-i nisan ile pür olsun çemen gelsin bahar / Gonca açsın gülsün artık bermurad olsun hezâr. Hatta bunu dedemi anarak okurdu. Sekiz yaşına kadar annemi iyi bildiğim için… Kadın genç öldü, 39 yaşında öldü. Teşhis de koyamadılar, ağzından kan geldi. Halbuki mide kanaması geçiriyormuş. Verem zannetmişler, verem hastanesinde “Verem değil,” demişler. İntaniye filan derken üç-dört gün içinde gitti kadın. Mide kanaması, delinmesi kötü bir şey, zamanında müdahale edilemezse, önlem alınamazsa üç-dört günde götürebiliyor. Kader dedik, alın yazısı dedik.

Ondan sonra müzikle iştigal etmedim. Kendi kendime şarkılar söylerdim en fazla. Büyük teyzemin piyanosunu buldum. Annemin teyzesi yani. Onların evinde bir şeyler çıkarıyordum. “Ya bu çocuk bayağı bir şeyler çıkarıyor,” diyorlardı, hatırlıyorum. E tabii, musiki bir yerden başlayacak. Durup dururken müzisyen olmadık ki. 1945 senesinde yaz gibi II. Dünya Savaşı bitti. Okullar tatil oldu. Ben de 13 yaşındayım, 14’e giriyorum.

Ortaokul yılları.

Evet, ortaokuldaydım. 43 senesinde başlamıştım ortaokula. Erenköy’de yokuştan inerken eski istasyonun yakınlarında Halkevi vardı. Aslında halk odası denebilir, ufak bir yerdi. Orada musiki toplantıları filan yapıyorlardı. Bir arkadaşım şarkı okuduğumu biliyordu, “Hadi gel biz de gidelim,” dedi. Birkaç defa dinlemişti beni, Sahrayıcedid’den tanıyor beni. Zeyneddin; beş yaş büyük benden, 1927 doğumlu. Fasıl heyetini onlar yönetiyor orada. “Gel bakalım,” dedi, “otur.” Arkadaşım “İyi şarkı okur,” dedi. “Mâni oluyor hâlimi takrire hicabım” filan… “Tamam,” dedi, “fasıl heyetine alıyoruz seni.”

Müzeyyen Senar’ın Atatürk’e okuduğu şarkı.                  

Evet, ben de onu okudum.        

Sene 1943.

Evet, 43. Fasıl heyetine aldılar ama nasıl gidip geleceğim, okul başladı. Orada çok değerli insanlar vardı, örneğin Rakım (Elkutlu) Hoca’nın oğlu vardı, Şuayip Elkutlu. Piizan, içkici miçkici ama musikiye ilgisi derin. İki tane de kızı vardı. Türk musikisi nazariyatı, makam vesaire, o dersleri o verirdi. O zaman ilerdeydiler, kimler vardı: Zeynettin Maraş, Muzzaffer Gülek, ki Bayındırlık Bakanı Kasım Gülek’in amcazadesiydi… Sabahattin Volkan ve arkadaşları Radyo’ya giderlerdi 45-50 arasında. “Rebabdan Sesler” diye program yaparlardı. Enis vardı, Udi Nejat, Tanburi Solak Cemil vardı. Hatta Tanburi Solak Cemil’in beyati makamında Bin ah dökülür tanburumun nağmelerinden, kan ağlar içim yaş dökülür didelerimden diye başlayıp devam eden bir şarkısı da vardır. O heyette onlar vardı. Çok bir şey aldığım söylenemez ama az da olsa kökten bir şeyler alabildim. Kulak dolgunluğu… Birkaç şarkı öğrendim en azından. Hoşuma da gitmeye başladı. Evden de zırt pırt sağa sola gitmemize müsaade etmiyorlardı o kadar. Ne varsa onu yaptım, yeri geldi bateri bile çaldım.

Evden müsaade etmiyorlar, derken ana-baba rahmetli…

Tabii, benim vasim dayımdı. “Serseri mi olacan!” falan gibilerden…

Ama keman öğrenen dayınız değil?

Hayır. Büyük dayım. Keman öğrenen dayım ayrı. O uzaktaydı. İki kardeşine bakıyordu zaten. Ben de boş durmuyorum. Sene 50 filandı. Nota doğru dürüst bilmiyorum ama beste yapıyordum. Aklımda tutamam. Bugünkü gibi teyp yok, bir şey yok. Üç tane beste yaptım ben.

18 yaşında.

Evet, 19 yaşıma girdiğimde bitti bunlar. Segâh, sultaniyegâh ve hicaz. Fahrettin Çimenli hatırlıyor bazılarını, sen bunları okuyordun diyor, falan… 54’te okuduğumu hatırlıyor. Bir tek hicazı unutmadım. Onu notaya aldım. 60’lı senelerde yolladım Radyo’ya. Geçti oradan. Öbürlerini unuttum. İnan ki bir nebze aklımda yok. Sonra asker oldum. Asker olunca iyice koptum sahadan.

Lisede mi askerî eğitim aldınız? Yoksa…

Haydarpaşa Lisesi’ne gittim. Haydarpaşa Lisesi’nde o sene takıntım vardı. Bir sene uzadı mezuniyetim. Ben de öbür seneyi bekleyeceğime dedim, gideyim kısa yoldan asker olayım, maaşımızı alalım. 51-52 senesinde maaşa geçtim. 147 lira 50 kuruş maaşımız vardı. Orada iken de mesela Fahrettin Çimenli’yle tanıştım. Bağlama çalıyordu. Bağlamayla saz eserleri çalıyordu. Udi Nevres’in saz semaisini, Şehnaz Longa’yı, Nihavent Sirto filan… Onu yanıma aldım. Ondan bir şeyler öğrendim. Bağlamayı elime aldım onun yanında. Yaylı tanburun ilahıdır, üstüne ben tanımıyorum. Bir kibrit çöpü koyuyordu bağlamaya, telleri birleştiriyordu, “yaylı bağlama” yapıyordu. Düşün, çok akıllı bir çocuktu. Zaten Türkiye’nin en iyi yaylı tanburu, bence. 57 senesinde teskere aldı. Üç yıldı o zaman askerlik.

Tam anlamak için soruyorum. Siz Haydarpaşa Lisesi’nden sonra askere mi gittiniz?

Hayır, Deniz Okulu’na gittim.

Neredeydi o zaman? 

Önce Kasımpaşa, sonra Yavuz Gemisi, Sonra Heybeliada, Heybeliada’dan sonra iki tane fırfır taktılar bize, maaşa geçtik, gemilerde görev yapmaya başladık.

Üç sene mi sürdü bütün bunlar?

Hayır, iki sene. Hatta bize bir sene dediler. Lise okumuşlar için bir seneydi.

Deniz Astsubay Okulu değil mi?

Evet, Astsubay Sınıf Okulları. Ben Heybeliada’da elektronik dersi gördüm. Elektronikçi olarak mezun oldum. 22 sene 2 ay hizmetim var Askeriye’de. 5 sene de yıpranma süresi eklendi, 27 sene 2 ay üzerinden emekli oldum Bahriye’den. 73 senesinde.

Senelerce tanbur alamadım. Maaşım zaten 300 lira. Tanbur 125 liraydı. Onu verdim mi sağım solum darmadağın olacağım. Ayın ne başını getirebilirim, ne kıçını. 57’de evlendim ben. Gölcük’te musiki çalışması vardı o zaman. 25 yaşımdaydım. Albay Süleyman Bey vardı. Tanburi. Şefliğini o yapıyordu. Her zaman eline almıyordu tanburu. Arkada bir oda vardı. O odaya giderdim, biraz bağlama da öğretmişti ya Fahrettin, tık tık tık çalardım az az…

Mızraplı mıydı o tanbur?

Mızraplı. Binbaşı İlhan Bey vardı. “Tanbur mu çalıyorsun?” dedi. “Lan böyle tanbur çalınmaz, çalpara gibi, nasıl kötü vuruyorsun!” Dedim, “Hocam ne yapacağım?” Bir iki şey gösterdi. “Mızrap böyle tutulur mu ya,” dedi. Parmaklarımın arasına sokmayı öğretti mızrabı.

Siz ud mızrabı gibi mi tutuyordunuz?

İşte ben bağlama çalar gibi tutuyordum mızrabı. Ne bileyim ben? Bilek hareketlerini gösterdi. Uğraştı biraz benimle. Ayda bir kere geçiyordu saz elime. Güzel tanburdu. 62 senesine kadar tanburum olmadı. 30 yaşımdaydım. Fahrettin Çimenli ile Beyazıt’ta rastlaştık. Dedim ki “Tanbur yok, çalamıyorum.” “Seni bir yere yollayayım,” dedi. “Çok iyi bir adam. Sana tanbur da verir, ders de verir, her şey verir,” dedi.  “Nerde, bu kimin nesi?” “Agâh Dede, Salih Dede’nin torunu. Kumkapı Nişanca’da atölyesi var. Orada tanbur yapar, ney açar. Şarapçıdır, tatlı bir adamdır. Eli de çolak…”
Gittim, enteresan bir adam. Çok güzel ney üflüyordu. Tanbur da çalıyordu fakat çolak olduğundan iki parmakla çalıyordu. Diğer parmakları kımıldamıyordu, nedense bilmiyorum. Beni çok güzel karşıladı. Dedim ki “Tanbura ihtiyacım var, param yok.” “Lafı mı olur, al götür, al şurada var bir tanbur.” “Al götür ama nasıl ödeyeceğiz?” “Ödersin,” dedi “takma kafana.” “Ama bir rakam söyleyin.” “Ayda 25 lira verebilir misin?” dedi. “Verebilirim,” dedim. 

Fahrettin Bey’in selamıyla gittiniz…

Tabii canım. “Veremediğin zaman da mühim değil,” dedi. Ne adamlar var dünyada.

O gün çalabildiniz mi orada, sesini duyabildiniz mi?

Evet az biraz. Çok da güzel bir tanbur değildi. Sonra yanına gidip geldim. Fahrettin ondan geçki öğrenmiş. Ben de öğrenirim belki, diye düşündüm. Orada iki tane önemli adam tanıdım. Biri Ercüment’in babası Kemal Batanay, diğeri de Devlet Korosu’nun şefi Nevzat Atlığ’ın babası Nazmi Atlığ. Çok büyük adamlar, oğulları bile benden büyük. Onlarla da sohbet ettim. Onlar bana çok yakınlık gösterdiler. Tın tın tın çalıyorum. Adam “Aaaa ne güzel, topal mızrap,” dedi. Espriyle karışık moral veriyor. Eski adamlar işte. Sohbetler oldu işte, oğlunu anlattı. Nazmi Bey’in musiki bilgisi çok derin fakat Kemal Batanay ise önemli bir tanburiydi. Ayrıca besteleri de vardı. Hem de kıtıpiyos değil girift makamlardan. Velhasıl, orada öyle bir başlangıç oldu. Ücretini de nasip oldu, ödedik.

E şimdi, tanburumuz da var. Ne yapacağız? Kemal Gediz diye bir arkadaş var, o da Bahriyelidir, bizden. Demirhisar Gemisi’nde. Ben Anadolu Kavağı’ndaydım o zaman. 61’de tayinim çıkmıştı oraya. Sazı aldım elime, ufak ufak dokunuyordum. Kemal’se ud çalıyordu, sonradan Radyo’ya aldılar onu. “Naber abi?” dedim. “Ne abisi, ben senden ufağım,” dedi. Bir akşam sahilde yemek vardı, o ud çaldı, ben tanbur çaldım güya, beraber kırıştırdık çalıştırdık… Bir sazla beraber çalınca hoşuma gitti.
Sonra bir çocuk daha vardı, Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne gidiyordu. Bizden genç, geldi “Kâmuran abi, sen bayağı tınlatıyorsun, gel Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne gidelim,” dedi. Oranın seviyesi yüksek diye çekindim. “Ya,” dedi “dökülüyor millet, sen onlardan güzel çalıyorsun.” “Yok baba”, “Olur baba”, “Olmaz baba” derken beni götürdü Cemiyet’e. Çok adam tanıdım. Piyasada çalışanlar, sonra meşhur olanlar… Emin Ongan Hoca çalıştırıyor tabii. “Bir taksim yap dinleyelim,” dedi. Ben de en arkada oturuyorum, ufacık bir sınıf. Ahşap duvarlar paramparça olmuş. Suznâk yapılıyor, benim tabii elim ayağım dolaştı ama yaptım. Hoşuna gitti. “Bayağı güzel yaptın ama suznâk değil hicazkâr yaptın,” dedi. Güldük falan ama hoşuna gitti.

Sene 63, bir senelik tanbur maceram var o zaman. Askerim, imkânlarım kısıtlı, ne kadar çalabildim ise artık o bir senelik süre zarfında. Akşam tam gidiyordum “Sen bu hafta Radyo kaydına gel,” dedi. 15 günde bir cumartesi günleri 11-12 arası Üsküdar Musiki Cemiyeti, İstanbul Radyosu’na program yapıyordu. Ben de gittim, programa dâhil oldum. Öyle başladı benim macera.

Kayda uygun muydu Agâh Dede’den aldığınız tanbur?

Bir sene sonra o tanburun yerine daha pahalı bir tanbur almıştım. 900 liraydı.

Kimden aldınız?

Hadi Usta diye bir vatandaş vardı.

O neredeydi?

Laleli’deydi. Ana caddenin bir arkasındaki sokaktaydı.

Yaylı mıydı?

Yok mızraplıydı. O zaman yaylı yok zaten. Radyo’da yasaktı. Piyasada vardı. Radyo’ya gidip gelmeye başladık. Fakat ben beste çalışmasını anlatmak istiyorum. Emin (Ongan) Hoca dedi ki “Şarkı yapanlar var mı içinizde?” Üç-dört kişi çıktı şarkı yapan. Amir Ateş de vardı. Amir on yaş ufaktır benden. Tabii ufak yaşta başlamış, benim gibi 30’undan sonra almamış tanburu eline. Hoca dedi ki “Şarkılarınızı şarkı söyleyen arkadaşlara geçin. Sizleri yukarı çıkaracağım, biz hep beraber aşağıdan dinleyeceğiz,” dedi. “Kimse kimin şarkısı olduğunu bilemeyecek, kendimize göre not vereceğiz,” dedi. Üst kata çıktık, 3-4 saz. 51 senesinde bestelediğim o hicaz şarkıyı arkadaşıma geçtim, ezberledi.

Kadın solist mi erkek mi?

Erkek… İndik aşağı, Hoca, “Arkadaşlar şarkılar güzel…” Vay anasını… “Bu hicaz kimin?” dedi. Ben utanıyorum, kızarıyorum “Hocam…” “Ulan ne güzel şarkı yapmışsın!” dedi. Allah Allah, ben şaşırdım tabii, vay anasını sayın seyirciler!!! “Bayağı güzel oğlum,” dedi, “Niye başka şarkı yapmıyorsun?” “Hocam ben askerim ya biliyorsunuz…” Akabinde Emin Hoca’yla aramız çok güzelleşti, beraber yedik içtik, konserlere gittik, uzaklara yakınlara, sağa sola... Velhasıl, ben biraz tanbur adına bir şeyler yaptım o arada. Akşamları orduevinin köşesine çekilip çalıyorduk aynı zamanda. İki doktor vardı, onlar da geliyordu, çalıyorduk biz arkadaşlarla. Onlardan bir tanesi, “Benim bir şiirim var, onu da bestelesene,” dedi. “Bestekâr değilim baba ya,” dedim. “Al,” dedi “sen yaparsın.” İşte “Sen Kimseyi Sevemezsin” öyle oldu. 63 senesinde başladım ben şarkıya, 64’te Radyo’dan geçti.

Orduevi yemeklerinde çıktı.

Evet. Eve geldim ben. Bitirdim şarkıyı.

Eserleri kayda alıyordunuz. Notayı hallettiniz demek o zaman…

Cemiyet’te tabii. Fakat öğrendim derken, çalıp da yazabiliyorum. Öyle aman aman, otomatik bir notam yok. 

Üç sene mi gittiniz Cemiyet’e?

Sonrasında da devam ettim. Cemiyet konserlerine 70’lerde de katıldım. Yeni Cemiyet’e bir-iki defa uğradım. Eski, ahşap, kırılıp dökülen binadaki Cemiyet’e gittim, Ahmediye’de. Kimler yoktu, kimler yoktu. Bizim konserlerimize Recep abi gelirdi. Recep Birgit. Tülûn Korman, Cahit (Peksayar) abi, İnci Çayırlı…

Ben Radyo’ya gittim. Şarkı duyulunca, önüme gelen atladı, ben okuyacağım, ben okuyacağım. Radyo’da okunmaya başladı şarkı, sevildi. Sonra “Kâmuran abi, bizle işe gelir misin?” dediler. “Gelmez miyim? Gelirim…”

Kim dedi bunu?

Safiye Filiz diye bir solist vardı. Yani Radyo solisti. Aldık sazımızı, gittik konsere, açtım ben sazı, “Bu mu?” dediler. “Evet, bu…” “Mızraplı tanbur olur mu sahnede?” dediler. “Yaylı olacak.”

Radyo’da mızraplı, piyasada yaylı.

Evet… Ses çıkmıyor ki sazdan zaten. Açık havada, bilmem nerede. Paramız yok, ne yapalım. Bir banka müdürü vardı. Timbali çalıyordu. Ben anlattım derdimi. “Yaylı tanbur lazım ama param yok şu an.” “Bende var,” dedi “sana vereyim, fakat eski cümbüşlerden.” Dedim, “Baba para pul yok.” “Boş ver be,” dedi “Kâmurancığım...” Ertuğrul adı. O da Agâh Dede gibi… “Al götür, arkadaşız biz, iyi kötü sağa sola gidersin, sonra eline geçince verirsin…” “Kaç para?” Dedi: “125 lira.” O saz hâlâ duruyor. Nerede biliyor musun? Çiğdem’in (Yarkın) kardeşi var, Çağlar (Kırömeroğlu). Ona verdim. Şimdi tayin oldu. Burada (İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu). Onun göğsü de cam deridir. O çalıyor.

İşe gitmeye başladım. Kaç lira? 60 lira, 40 lira, 50 lira. Ne verirlerse… Halbuki 125 lira falanmış. Aldırdığım yok tabii. Evi İstanbul’a taşıdım sonra. Elektronikten anlıyorum ya, radyo tamiri de yapıyordum. Lambalı radyolar vardı. Daha teyp çıkmamıştı. Arabalar bile plak çalıyordu. Otobüslerde bile büyük büyük plakları takıp çıkarır, çalarlardı. Onların tamirlerini yapıyorum. Bazı evlere elektrik tamirlerine gidiyorum. 30 lira oradan, 40 lira oradan. Turgay’la tanıştım, klarnetçi. 66-67 miydi? Ondan sonra bahtım açıldı. “Abi seni işe yazalım,” dedi. “Ne işi?” “Gazino…” “Ben askerim.” “Olsun, gel be abi, zamanın oldukça gidersin.” Öyle zaman oldu ki, aldığım yevmiyeyi asker arkadaşıma verirdim, benim yerime nöbet tutardı. Maksat kopmayayım piyasadan.

Bir yandan tamirler devam ediyor muydu?

Evet.

Neredeydi atölye?

Sıhhi tesisatçı arkadaşım vardı. Onun dükkânında yapardım. Anlattım böyle tamir işleri falan filan. “Gel sana masa açayım,” dedi. Yüzde 40 veriyordum ona. Bedava değil yani. Örneğin, ben 30 lira diyordum, o müşteriye 50 derdi. Ben karışmıyordum.

Hangi semtteydi?

Gümüşsuyu’ndaydı. Alman Sefareti’nin bir alt sokağı. Oturduğumuz eve yakın.

İşyeri o sıra Anadolu Kavağı’nda.

Evet, Boğaz’dı bizim bölgemiz. Anadolu Kavağı’ndaydı.

Anadolu Kavağı nerede, Beyoğlu Gümüşsuyu nerede?..

Aslında basitti. Aşağıda Fındıklı’dan otobüs servisi kalkardı 7’de. Sarıyer’e kadar götürür. Oradan askerî işkampavyaya bineriz, Anadolu Kavağı’na varırız. Oradan da Cemse’yle işimize geçerdik. Üç vasıta. Ama benim komutanım çok iyi bir adamdı. Son senelerde hele, 60 sonları 70’lerin başlarında bana hep bol izin verirdi. Sabahleyin 8.30’da işbaşı yapardım, 11’de yolladığı olurdu mesela. Eve gelir, soyunurdum, radyo madyo tamir ederdim, akşam da işe giderdim.

Komutan müzikle uğraştığınızı biliyor muydu?

Biliyor… Beste yapmıştım. Üs komutanı amiral geldi. “Nerede o bestekâr, görelim bakalım!” dedi. Beni öne çıkardı. Hemen bir isim yaptım, Askeriye’de de tanıdılar. “Hoşumuza gitti, aferin Bahriyelilere bak!” falan gibi sıcak yaklaştı. Ayrıca futbol arkadaşımdı, futbol oynardık beraber.

Amma da faalmişsiniz Hocam.

Yaş genç baba! Genciz tabii… Zaten ben 42 yaşında emekli oldum. Hatta 42’ye de tam girmemiştim.

Ben geriye gideceğim yine, merak ettim, Horhor’daki evde gramofon var mıydı?

Hayır, hiçbir şey yoktu. Hatta radyomuz da yoktu. Bizim bi komşunun radyosu vardı. Tepeden fişli. Eskiden ampullerin kenarlarında fiş vardı, dişi. Bir yılbaşı gecesini orda dinlediğimizi hatırlıyorum. Ama o gramofonlara hep rastlardım. Nerede? Anaokuluna gidiyordum. Yolun üstünde kahveler vardı. Meydanda kurarlardı, çalışırdı. Ama yakınlarımızın da vardı. Çamlıca’ya giderdik. Onların gramofonları vardı.

Ne çalıyorlardı o zaman, meydanda, evlerde?

Hani arabesk diyoruz ya, kofti şarkılar o zaman da vardı. #Olamaz olamaz olamaz, annen bensiz olamaz… O yâr bensiz olamaz…# Neler neler… Zaten 40’lı senelerin sonunda Lütfü Güneri vardı. Selma’nın babası. Ahmet Üstün’le amca çocuklarıdır. 48 senesinde Amerika’ya gitti. Bir daha gelmedi. Karısını çocuğunu burada bıraktı. O da okurdu: “Bu gece barda gönlüm hovarda”… Ona benzer bir dolu kofti majör şarkı… Münir Nurettin Selçuk’un bile vardır kofti majör okudukları. Daha çok bunları dinledim.

Ama hiç unutmadığım; daha çocuğum, inan ki 6 bile yokmuşumdur, Çakır Gazinosu vardı. Sonra Çakıl oldu. Dolmadır, altı denizdi. “Çakır’ın Yeri” diyorlardı. Tahtaların aralıklarından altta gezen sandallar fark edilirdi. Sandaldan yukarı bakıldığında ise gazinonun ışıkları görünürdü. Muazzez Akçay söylüyordu. Ve ne söylüyordu biliyor musun? Benim olsan seni bir gül gibi koklar sararım / Ah yasemen saçlarını her gece okşar tararım… Kaç sene geçti, Allah Allah… Çocuğum ama, üst üste tekrarlandığı için kulakta kalıyor. İbrahim Şirin var ya, Arap çocuk. “Arap Bacı” lakaplı Dursune Şirin’in oğlu. Bana nota getirdi. “Abi, bunu geçelim mi?” dedi. Baktım bu şarkı, “Aaaa, ben bunu biliyorum.” “Nerden?” “Bilmiyorum ama biliyorum…” dedim. İçimde vardı şarkı. Onu geçtik. Okumak istedi, olmadı, doğru dürüst okuyamadı. Ben bunu Gönül Akkor’a söyledim, “Gönül kardeş, böyle bir şarkı var.” Beğenmedi. Burun kıvırdı. Sonra Mustafa Erses, Muazzez Abacı’ya verdi şarkıyı. Noldu biliyor musun? Hit! Milyonlar sattı. Böyle bir şey mi olur ya? Onun için her şey kısmet… Bak altı yaşında dinledim, nereden nereye…

Gönül Akkor pişman oldu mu?

Yok olmamıştır… Bilmiyorum.

İhtiyacı yok.

Ha, yani… Bilmiyorum ne oldu… Ama ben onun üzerinde durmuştum. Bayağı güzel bir şarkıydı. Nitekim sonra da şarkı kendini ispat etti. Öyle aman aman klasik bir tavırda değil ama günceldi, insanı alır götürür. Mustafa Erses de takip ederdi eski şarkıları. Ki önemli bir insan. Ayrıca güzel de okurdu. Benden üç buçuk yaş ufaktı. Erken öldü. Çok genç öldü, içkiden.

Gazino deyince aklımıza daha çok 60’lar geliyor ama öncesinde de var… 40’lar, 50’ler.

Ben o zaman çok iyi bir müşteriydim. Mesela Tepebaşı Gazinosu’na Tur (Sabite) için giderdim. İçim çekiyor demek ki… Tanburu tanımıyorum daha ama…

Dinleyici olarak ilgiliydiniz…

Evet, dinleyici olarak. Selahattin Pınar’ı dinlerdik. Radife Erten’i dinlerdik.

Hangi seneler?

53, 54, 55 ve 60’a yakın… 60’tan evvel ama. Zaten 60’tan sonra ben kendi maceralarıma daldım.

Tanbura zaten 30 yaşında başladınız.

Evet, 62’de. Öncesinde de tek tük var ama sazım yoktu malumun. Sazı aldığım tarihi başlangıç sayıyorum. Onu da uzun zaman çalamadım ki zaten. Mesela 66’da Almanya’ya gittim, 6,5 ay... Saz evde durdu 6,5 ay. Sonra Kıbrıs hadiseleri. Gittik Çanakkale’ye.  

Almanya’ya yine askerî görevle mi gittiniz?

Evet. Elektronik beyin kursuna gittim. Üç-dört ay da Çanakkale’de kaldım mı? Dönüşte bizi Gölcük’e verdiler mi? Piyasa miyasa, iş güç her şey birkaç sene bitti. Ne zamana kadar? 68’den sonra ikinci bir yarı başladı benim için. 66-67 tamamen boş geçti. Sazıma dokunamadım bile. Almanya, Çanakkale, Gölcük…

Müzeyyen Senar’ı canlı dinlediniz mi?

‘Canlı dinledim’i bırak, ben 73’te Müzeyyen’le turne gezdim.

50 dönemini?

Evet, canlı dinledim. Plaklarını da dinledim, gazino programlarına da gittim.

Hamiyet Yüceses?

Hamiyet’in kardeşi Bahriye astsubayıydı. Beyi de Bahriye astsubayıydı. “Gitti de Gelmeyiverdi” var ya uşşak, Dede Efendi’nin, onu da eşi için okurdu. Hamiyet demiş ki, “Nasılsa para kazanıyorum, emekli ol, ayrıl.” Adamcağız istifasını vermiş, son seferlerini yapıyorlar, Atılay Denizaltısı’yla dönerken Çanakkale’de batıyor ve adam gidiyor. İyi mi? Onu buldular ama çıkaramadılar, neden? Çıkmak isterken bir denizaltı mağarasına girmiş, takılmış, çıkamamış. 42 senesinde. 

Velhasıl, onları dinlemek nasip oldu, ayrıca Radyo’da da tanımak nasip oldu. Benim şarkılarımı da okudular. Özellikle 70’li senelerde. Eyüp Uyanıkoğlu vardı, ne zaman yeni şarkı yapsam, tak, hemen okurdu! “Umudum heyecanım bitmez pınardı bitti”yi (güftesi Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hicaz şarkı) yaptım, tak, hemen okumuştu. Sonra Ahmet Üstün… “Kıllı” bir sanatçıydı. Devrin en büyük sanatçılarındandı. Zeki Müren çıkmasa kimse silemezdi onu. Musiki bilgisi de yüksek olan bir vatandaştı. Konservatuar mezunuydu. İcra Heyeti mezunudur o. O da okudu benim şarkılarımı, örneğin, “Sanırım gündüzdü onlarla gecem / İçimde ümitti dost bildiklerim” vardı, muhayyerkürdi, curcuna usulünde. Ne solistler, ne sazendeler… Cevdet Çağla’yla tanıştık, senle konuştuğumuz gibi muhabbetimiz vardı. Emin Ongan’la hakeza… Kimler, kimler… Aklıma gelmiyor şu an…

Hocam, 50’ler ve 60’ların gazino atmosferleri arasındaki farklar neydi?

Farkı söyleyeyim. 50’lerde çok ucuzdu. Herkesin ailecek gidebileceği gibiydi. Meyhaneye giderken veriyordun beş lira, oraya giderken veriyordun 15 lira. Krepen Pasajı’nda, eskiler bilir o pasajı, 10 çeşit meze, bir şişe rakı beş liraydı. Bir şişe rakı 178 kuruştu bakkalda, Fahrettin Kerim tırtıllı şişe... Onlar toptan alıyordu, 150 kuruşa. 10 çeşit meze ama tabaklar minicik… Beş liraydı. Gazinoda iki arkadaş gidiyorduk, birer şişe şarap içiyorduk, yemekler et met, adam başı 15 lira veriyorduk. 60’larda da böyleydi. Ben gazinolara giderdim, müzisyenlikten önce, askerken de. 67-68’den sonra çok çalıştım gazinolarda. Çarşamba veya perşembe kadınlar matinesi yapılırdı. Pazarsa umuma halk matinesi yapılırdı. Matineye kadınlar, dolmalarla yemeklerle gelirlerdi, “Oh yavrum!” falan bağrışmalar, şamata, kadınları bir görsen, bazen gizliden içerlerdi, bazen masaya rakı getirtirler, öyle bir âlemdi. Lunapark Gazinosu sanırım 1968 senesiydi, 10 lira mıydı neydi giriş, sadece giriş parası, sandalyeye oturabiliyorsun o kadar, fakat içeride minder getiriyor, çay servis ediyor, ekstra ücrete tâbi… İşte o senelerde, halkın gidebileceği mekânlarken, 60 sonlarında gazinolarda rekabet başladı, artist fiyatları yükseldi. Hani futbol takımları futbolcu almak ister ya, transfer etmek ister, örneğin, Emel Sayın’ı ben alacağım sen alacaksın derken tak, 1.000 liradan 10.000 liraya…

Zeki Müren, Bülent Ersoy, Emel Sayın, Gönül Akkor…

Bülent çok geç, 75’te başladı. Ayda 9.000 lira maaşla başladı. Bedava sayılır. Biz 15.000 lira para kazanırdık ayda. Gönül Akkor filan, birkaç bin veya 5-6.000 alırdı diyelim, birdenbire rakamlar fırladı. 50’ler, 90’lar 100’lere çıktı. Zaten Türk parası da çok komikleşti, milyonlara çıktı rakamlar. Şirazesi bozuldu işin, cıvata fırladı yerinden.

Gösteriş, şaşaa arttı, dekorlar, sahneler…

Hâlâ pahalı. Şimdi bir Günay yapıyor program. Alaturka cinsi diyelim. Her gün koymuyor program, bazen üç gün bazen dört gün haftada. Fakat çok pahalı, iki kişi çıkması bir binlik. Ne olacak? Bin, bin, bin… Orada 10 masa 10.000, 20, 50, 100 bin falan… Ayrıca çiçek parası, hovardalar vs...

Halk matinesinde yemek masası yok?

Yok. Akşamlarda da yoktu. Sonradan o döner sahneler, dekorlar, bilmem neler, mezeler, içkiler, rakılar, şunlar bunlar başladı, bitti iş… Aksaray’daki Lunapark Gazinosu çok büyük bir yerdi. Fahrettin Aslan’ın üç tane gazinosu vardı. Bir tane Boğaz’da, Maksim, Bebek Belediye’nin karşısında. Taşlık Gazinosu Maçka’da. Bir de Taksim…

En son Beyoğlu değil mi?

Evet, en son Taksim. Caddebostan Maksim’de de çok çalıştım. Şimdi Migros var orada.

Bestelerin yapılış hikâyelerinden bahsedelim mi? İlk besteniz olan hicaz eseri anlatmıştınız.

Eski bir şarkıdır o fakat ben onun sözlerini değiştirdim. Önce ben kendim yazmıştım sözlerini. Ve beğenmedim. Nahit Abdülkadir Gökçöl’ün bir şiirindendir güfte. 1948 senesinde bir mecmuada bir şiir yazmış. Olmuştu ufuk fildişi, gök kırmızı mercan; sahil, gece, dal, bahçe, ışık, hepsi gümüştü / Bir al peçe halindeki fecrin dudağından sevdayı içen mavi deniz ayla öpüştü / Canlandı hayalimde o gül parçası afet / Döndün mü dedim çiğnediğin aşka nihayet, yaprak yanağından yere çiy damlası düştü. İkisi de mef'ûlü / mefâ'îlü / mefâ'îlü / fe'ûlün ikasında olduğu için uygun düştü, değiştirdim.

Niye değiştirdiniz sözleri?

Çok beğenmedim ilk sözleri. Söylenmiş laflar. Çok gençken yazdığım sözler, ne olacak onlardan?

İlk üç bestenizden segâh ve sultaniyegâh vardı, onların sözleri kimindi?

Vallahi onları unuttum. Aradan kaç sene geçmiş? 64 sene geçmiş.

Onlar 19 yaşında yaptığınız besteler.

Hiçbir şey kalmadı ki yani. Ama şöyle bir şey var. Ama bugün okusam kimse takmazdı, çünkü eski tarz şeylerdi. Tavrı, tarzı biraz eskiydi. Hicaz aksaktır. Onlar aksak semaiydi sanırım. 10/8’lik, ağır parçalardı. Öyle yetiştik zaten, musiki anlayışımız öyleydi. 60’tan sonra işler değişti artık. #Ufacık tefecik# filan…  

Mi la mi, mi la mi… Ufacık tefeciktin yemyeşil gözlerin vardı… O beste nasıl çıkmış, hikâyesi vardı onun değil mi?

#Mi la mi… Mi la mi…# Şekip Ayhan Özışık akort yaparken hemen yazıyor onu, ufacık tefeciktin diye… Unutuyorum yoksa Kâmuran, diyordu… Aynı lisede okumuşuz ama Haydarpaşa’dan tanışmıyoruz. O 31 doğumlu, ben 32 doğumluyum. Aramızda 3-4 ay fark var. Benden büyük Şekip’in. Sadun Aksüt de Haydarpaşa Lisesi’nden. O da 32 doğumlu. O da benden 9-10 ay ufak. Aynı jenerasyon. Ortaokulda Ekrem Bora vardı. Onlar İngilizcedeydi, biz Fransızcadaydık.

Çok üstün bir oyuncuydu.

Evet. Süleyman Turan, Kadıköy 1. Orta’daydı. Önce resim filan yapıyordu, sonra film artisti oldu. İsmail Hakkı Bey’in torunu vardı, Hakkı, o da oradaydı. Kadıköy 1. Orta’da çok tanıdıklarım var. İyi futbolcular vardı, atletler vardı. Benim Türkçe hocam Niyazi Akkan’ın oğlu Erdal Akkan yüksek atlamada Türkiye şampiyonuydu. Gül (Göre) Yazıcı var, onun babası, Karga Vidin, o da oradaydı, 31 doğumlu. O da atletti. Abisi de Fenerbahçe’de atletti.

Onları ben Trabzonlu zannediyordum.

Kökenlerini bilmiyorum. Ama Suadiyeliler. Çok eskiden beri Suadiyeli onlar. Bizde lakaplar vardı o devirde. Karga Vidin, Pulcu Talat, Artist Nejat, Figür Nejat… Bunlar hep arkadaşlarımızın isimleriydi Kampana Celal, İncir İhsan… Bir tanesinde doğru dürüst isim yok, hep lakap.

Sizin kendinize has deyimleriniz var. Onlardan örnekler verebilir misiniz?

Kimi Bahriye’den kalma. Laf arasında geliyor. Bazısı da manalıdır, çok kişi anlamaz, şifre gibidir. Romanların kullandıkları tabirler de var. Biz tabii, çalgıcı olduğumuz için çok görüştük… Şıngal (pezevenk) derler, tahtakoz (polis), hıyız (kaka), tıran (yellenme) derler… Bir sürü kerizler var onlarda. Romanlar arasında çok iyi dostlarım vardır, hakiki...

Bestelerin yapılış hikâyelerine dönelim mi? “Sen Kimseyi Sevemezsin” yemek esnasında yapılmıştı değil mi? 

Evet. Yemek esnasında. Sonra hastaneye geçtik. Orada verdi sözleri bana. Hatta orada biraz çaldım, maldım… Eve geldim ben. Evde besteledim onu. Saat dörttü. Gittim, kaldırdım adamı yatağından. Doktor Doğan Işıksaçan. Mefluçtu adam. İki yardımcıyla, değnekle dolaşıyordu. “Noluyor ya, gecenin bu saatinde?” dedi adam. “Yaptım şarkıyı, dinle bakayım,” dedim. “Ooo,” dedi, “bayağı güzel olmuş.” Uyku sersemiydi. Bir şey anladı mı bilmiyorum. Ha ha ha… Anlamamıştır herhalde. Sonra eve döndüm. Şarkıyı yavaş yavaş notaya almaya başladım. Beğenmediğim yerleri çıkardım, düzelttim. Anadolu Kavağı’na Kadri Şençalar gelirdi. Neden geliyor oraya Kadri Şençalar, ne alakası var? Oğlu vefat etmişti. Kızı da orada bir deniz subayıyla evli. 15’te bir uğrardı oraya. Bana haber yollamış Doktor. “Git ya,” dedi “Kadri Baba içeride çekiyor.” “Eee?” “Dinletelim şarkıyı, ne diyecek…”

Daha kimse bilmiyor şarkıyı. İki-üç günlük filan. Yeni yazdım. Oturduk masaya. Çekiyorlar bir taraftan. Ben de içiyorum. Doğan Bey, “Hocam bizim arkadaşımız Kâmuran Bey’in bir şarkısı var, bi dinler misin acaba?” dedi. “Dinlerim, niye dinlemeyeceğim?” dedi.

Hoş hikâye...

Ya, böyle oldu… Şarkıyı okudum. Dilimin döndüğü elimden geldiği kadar. “Vallahi, çok güzel balık tutmuşsunuz,” dedi. Sonra ilave etti, “Kusura bakma, en iyi bestekâr da olsa, her zaman böyle balık tutamaz,” dedi. “Oltayı atarsın ama gelmez. Çok güzel denk gelmiş.” Doğan Bey, ooo, çok mutlu oldu. Çok genç öldü adamcağız. İstanbul Radyosu’na geldim. Yıldırım’a (Gürses) dedim ki, böyle bir şarkım var benim. Bunu Ankara’ya yollayacağım. “Ankara’dan Repertuar Kurulu’ndan geçer mi?” dedim. “Dur bi dakka!” dedi. Bir dilekçe yazdırdı bana. Notayı çoğalttırdı.

Teksir makinesinde?

Evet. Ben temiz yazmıştım, elimizden geldiğince. Geçici görevle Ali Rıza Bey diye bir adam, Radyo müdürlüğü yapıyordu. O imzayı atmış, “Tamam,” demiş “Repertuara aldık,” demiş. Yıldırım Gürses okudu, o okuyunca bayıldılar, Mediha Şen geldi sonra, sonra diğerleri peşi sıra...

Başka bestelerinizi de okudu mu Gürses?

O zaman beraber dolaşmaya başladık, spora gidiyorduk falan… “Kâmuran abi,” dedi “başka besten var mı?” “Evet, bir tane daha var.” “Nasıl bir şey?” “Ayrılık Rüzgârı…” “Bu onun gibi değil, bu farklı,” dedi. Sahibinin Sesi’nden 45’lik plak yapacaklar Yıldırım’a. “Bu ay içinde bu iş bitsin,” denmiş, “Yıldırım Bey, şarkıları seç, gel.” Gidiyoruz arabada. Vibrafonist, akordeonist Çetin diye bir arkadaş var. Bu çocuk matbaacılık da yapıyor. Hem Yıldırım’ın menajerliğini falan üstleniyor. Yıldırım’ın eski bir Chevrolet arabası vardı. Yeşil; yollarda kalır, itersin falan böyle bir araba… İşte o arabada gidiyoruz, “Kâmuran abinin bir şarkısı var, Ayrılık Rüzgârı,” dedi. Çetin bana döndü, “Okusana abi,” dedi. Ben okudum. “Ya,” dedi “Yıldırım sen niye bu şarkıyı okumuyorsun? Ben menajerinim senin, sen aylardan beri şarkı arıyordun, ayağına gelmiş şarkı, aramaya gerek var mı daha?” dedi… “Bundan daha güzel bir şarkı bul bakalım bana,” dedi…    “Okuyalım demek ki…” dedi. Norayr Demirci diye bir adam var, şarkılara altyapı üstyapı yazıyordu.  Feriköy’de apartmanda oturuyordu, 3. 4. katta. Sonra Amerika’ya gitti; zengin… O da beğenmiş. Çaldı piyanoyu. “Bir sesten oku,” dedim, bir sesten çaldı, okudu. Dedi ki: “Yıldırım, çok güzel, hemen altyapıyı yazıyorum, bir tane de benim şarkı var, onu koyarız arkasına, bu sattırır.”

Zaten iki şarkı konuyor, önlü arkalı.

Evet. Ben iki kuple yapmıştım şarkıyı. Radyo’da da yine ilk Yıldırım Gürses sabah programında canlı okumuştu. Arkadaş, Allah seni inandırsın, A Stüdyosu’ndayız, daha şarkı bitti ya, pırrrrrr, bütün ne kadar ses sanatkârı varsa, “Kâmuran Bey bu şarkıyı ben de okusam...” Henüz plağa vermedim, bitsin görüşelim, falan… Ayla Büyükataman, şimdi isimleri unuttum.  Serap Mutlu Akbulut, Mediha Şen Sancakoğlu, bir sürü isim…

Sene?

Sene 67 falandı.
Bu şarkının özel bir hikâyesi var, Yeşilçamvari onu da anlatmak istiyorum. Benim bir arkadaşım vardı, 66 senesinde Almanya’nın Aachen kentinin Düren kasabasında Helga isimli 18-19 yaşlarında bir kızla birbirlerini sevdiler, evlenmeye karar verdiler. Arkadaşımın Türkiye’ye iki seneliğine mecburi hizmet için dönmesi gerekti. Tekrar Almanya’ya gittiğinde kızın evine gitmiş ama kız evde yokmuş. Kızın ailesi arkadaşımı görünce çok şaşırmışlar, onun döneceğine hiç ihtimal vermemişler çünkü. İşte “Biz Hristiyan’ız, siz Müslüman’sınız, sizin döneceğinize, bu ilişkinin olacağına ihtimal vermiyorduk, o yüzden Helga’yı evlendirdik,” demişler. Ve de çok üzgün olduklarını belirtmişler. Çok acı tabii, boynunu bükmüş, vedalaşmış dönerken Helga’yla yolda karşılaşmışlar. İşte Yeşilçamvari dediğim kısım burası; öylece durmuşlar, bakışmışlar, gözyaşları akmış, dökülmüş, gitmiş. Fazla da konuşamamışlar. Ellerini sallayıp yürüyüp yollarına devam etmişler. Bu bestenin iskeletini büyük ölçüde hazırlamıştım, sözleri de aşağı yukarı oturtmaya çalışıyordum. Bu duyduğum olaydan sonra şarkıyı tamamen bu hikâyenin üzerine oturttum, şarkı tamamlandı. Yıldırım (Gürses) zaten seviyordu benim yazdığım sözleri ama bu hikâyeden sonra yaptığım değişikliklerle daha çok beğenmişti.  Fakat bu şarkının kaderinde bir ilave, bir değişiklik daha varmış, onu da anlatayım.
Ayrılık Rüzgârı’nın kaydını doldurmak için yola çıktık, Yeşilköy’de Emi Stüdyoları var. O zaman zaten bolca stüdyo yoktu. Sahibinin Sesi’nin yazıhaneleri ise Karaköy’de rıhtımdaydı. O gün okunacaktı parça. Yıldırım tam giderken, yolun yarısındayız, Yani Yeşilköy’e az kalmış, “Kâmuran abi, kafamda bir düşünce var…” Ya ne zaman ne düşündün, birazdan şarkıyı okuyacağız. “Ne düşündün?” Dedi: “Ya, sanki kısa gibi geldi parça. Bir kuple daha yazalım, öyle girelim.” “Sen,” dedim, “yola devam et, ben yazıyorum.” Sözlerini de ben yazmıştım ya zaten. Üçüncü kupleyi de yazdım: Bir serap gibidir şimdi hatıralar / Ayrılık şarkısı söylüyor rüzgâr… Gerisi aynı zaten, nakarat. Bir kuple daha çıkınca, “Oh kaymak,” dedi. Üç kuple okundu plağa o gün:

Ayrılık rüzgârı gönlüme doluyor
Vuslatın çiçeği açmadan soluyor

Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu

Nerde hatıralar aşk dolu sözler
Sevdiğim taptığım o yeşil gözler

Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu

Bir serap gibidir şimdi hatıralar
Ayrılık şarkısı söylüyor rüzgâr

Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu

Ama her zaman okunmuyor üçüncü kuple.

Çok kişi okumuyor, bazı yerlerde okunuyor. Radyo’da iki kuple geçti ama Radyo’nun notasında da üç kuple yazıldı. Rahmetli Esin Engin de tarak çalmıştı. Elle pürüzlü, pütürlü dişli bir zemine sürterek ses çıkarıldığı için tarak diye anılıyor. #Dumjaçiçeçiçiçe, dumjaçiçeçiçiçe…# Böyle Batı tarzında altyapıların ilklerinden… Bütün Batı müzikçiler kaptılar, bir kız vardı Batıcı, o okudu, Yasemin Kumral… Bizim alaturkacılar okudu, bir tek plaktan 14.500 lira para aldım. Hanımım diyordu ki bana, “Yav yat be adam, uykusuz adam, yat şuraya, uyu kendine gel, ayıptır, ertesi gün kalkıp sersem gibi oluyorsun…” En sonunda 14.500’ü tak, attım önüne, büyük para ya, “Al dedim bak, uykusuz gecelerin karşılığı, bedava çalışmadım ben sabahlara kadar…” Allah bin bereket versin. İki-üç sene kimse okumayacak şartıyla verdiğim için fiyat biraz yüksekti. Normalde 1500-2000’di rayiçler. İstisnalı sözleşme idi.

E tabi servise yetişmeniz için erken kalkmanız lazım. Bir de gece gazino…

Hafta sonları elektrik-elektronik tamirler falan yapıyordum, artık onları bıraktım. Gazinoya filan başlayınca zaten çalışamıyorsun. Gazinodan geliyorum, ezan okunuyor, bak, ezan. Eve giriyorum, iki saat sonra da tekrar aşağı iniyordum. Ama Allah rahmet eylesin, benim komutanım vardı, bir iki defa da atıştık onunla, çok sert bir adam, bu kapıdan heybetiyle girse herkes şaşırır, bu kim ya, diye… Taburun önünde “Kuzey Deniz Saha’ya gideceksin, fazla vakit geçirme, bir haftada bitirmeye çalış işleri!” diye emir verirdi. Fakat yalan… Maksat taburda herkesin önünde beni göreve gönderdiğini gösterecek. Bir hafta yok oluyordum. Gazinoya gidiyordum, çalışıyordum. 

Ev Beyoğlu’nda.

Evet, Alman Sefareti’nin bir alt tarafında. Gümüşsuyu’nda. Fındıklı’ya inerdim evin önündeki yoldan. Yolun diğer tarafı Taksim Meydanı’na çıkardı. Ben Cemiyet’e devam ederken Emin Hoca bana demişti ki, “Biraz daha çalış, seni imtihana sokayım.” 66’da Radyo imtihanı vardı. 66’da bize Almanya çıkmıştı malumun. 6,5 aylık vazife. Radyo da madyo da hepsi yatmıştı. 66’daki sınavda, Kemal Gediz, Hayri Pekşen, Safiye Erdeğer’i almışlardı. Yani Emin Hoca Cemiyet’teki adamlarını sokmuş oldu Radyo’ya. O zaman Cüneyt Orhon da Radyo müdürü. Cüneyt Orhon’la arası çok iyi. “Bunlar benim talebem,” demişti. İmtihanda fazla sıkılmamışlardı, alınmışlardı Radyo’ya. 75 senesinde bir Radyo imtihanı daha açtılar. “Ona da katıl,” dedi. Tabii ben senelerden beri mızraplı tanbur çalmıyordum, hep yaylı çalıyordum. Hatta iki tanbur vardı, birisi yarılmış ortasından öylece duruyordu. Naparsın? Hemen aldık tanburu elimize.

900 liraya aldığınız tanburu.

Evet. Aşağı yukarı 1,5-2 ay tanburu elimden hiç düşürmedim. Önüme saz semaisi koydum, notaya bakarak çalıştım, notasız çalıştım, kendimi geliştirmeye çalıştım. 75’in Mayıs-Haziran aylarında imtihan vakti geldi. Ferit Sıdal, Ankara Radyosu’ndan, tanburi ve koro şefi; Alaeddin Yavaşça, İstanbul Radyosu’nda koro şefi; Mefharet Yıldırım ve biri daha vardı, şimdi unuttum, dört kişi vardı toplamda jüride.

Saz sanatçısı olarak katılıyorsunuz.

Evet. İlk laf noldu biliyor musun, hiç unutmuyorum. “Kâmuran Beyciğim, kürdilihicazkâr yap, yarım dakika içinde nişaburek karar ver.” Her şey bir kısmet işte. Bir tarihte (Emin) Hoca bize şehnazbuselik saz semaisi çaldırmıştı. Neyzen Tevfik’in. “Oraya dikkat edin,” dedi, “nasıl şehnazdan nişabureğe geçiyor.” “Nişaburekten de buseliğe atlıyor,” dedi, “bak!” Sadece bana değil, hepimize. Üçüncü hane zannederim. Kısmet işte. Kürdilihicazkârdayken, hicazkâra geçmek elimin altında, hicazkârı yakalamışken, hemen hicaza geçtim. Hicazdan şehnaz buldum, şehnazdan da küt diye nişabureğe atladım. Çalapala filan oldu ama ortalama bir şey oldu. Radyo’da bile ondan daha kötüleri geçiliyordu. “E yani,” dedi, “biraz da vakit geç oldu ama…” dedi. Biraz müşkülpesent davrandıklarından, biraz sınavın da stresiyle içimden ‘Allah’ım yâ Rabbim, bizi gariban buldular herhalde, yüklendikçe yükleniyorlar, bu sorduklarını kendilerinin bile çat diye hemencecik yerine getirmesi mümkün mü acaba?' diye sorduğumu hatırlıyorum… İçlerinde aramızdan ayrılanlar var, hepsi kıymetli müzisyenler tabii, Allah rahmet eylesin. 

Otuz saniyede hiç kolay değil tabii…

Aşağıdan bir adam geldi. C Stüdyosu’ndayız. Onlar camekânın ardında, tonmaysterlerin olduğu yerde oturuyorlar. Mikrofon da açık kalmış duyuyorum konuşmaları. “Yemek hazır Hocam,” dedi. Yemeğe çıktı. Biri daha çıktı. Mefharet Yıldırım’la Alaeddin Yavaşça kaldılar. Alaeddin Bey dedi ki, “Kâmuran Beyciğim çek oradan şansına bir şeyler, çal.” Çektim Allah, kaymak. İmtihanı kazanmamaya imkân yok. Veli Dede’nin Hicaz Hümayun Saz Semaisi. Çaldım, “Tamam Kâmuran Bey, eline sağlık,” dedi. “Hicazdayken bir de karcığar geçki yap,” dedi. O da elimin altında, tık tık tık… “Teşekkür ederiz,” dedi, “Elinize sağlık,” dedi. Kibar bir adam ya. Tanıyordu beni, tanışmak başka tanımak başka. Selamlaştık birkaç defa, Radyo’da madyoda karşılaştık.

Gazinolardan bilir mi veya duymuş mudur?

Gazinoya gelmezdi, hiç çalışmadı gazinolarda. Ya sendika odasında ya da çay ocağında karşılaşılıyordu, merhabamız vardı. “Şansımıza dedim, oldu mu olmadı mı bilmiyorum,” dedim. Selçuk Tekay, Mehmet Topaklı, Cavit Deringöl ve Hüseyin diye bir çocuk vardı, ses sanatçısı olarak, beş kişi kazanmışız. Selçuk dedi ki, “Kâmuran abi, en üstte senin ismin yazıyor, Radyo’nun giriş kapısına yazmışlar.” Bizi sekiz-dokuz ay bedava çalıştırdılar. Torpilli karılar vardı, onun bunun torpillisi, televizyon programları yaptıracaklar, si bemolden, si natürelden okuyor, kötü kötü yerlerden… Cahit Peksayar’ın adamı Zeki Çetin var. Fa natürelden hicaz çalıyoruz, fa natürel!, düşün yani… Ona benzemez neler. Bizim imanımızı gevrettiler.

Yıldız akordu… J

Evet. J Artık 76 senesinin yarısına doğru dediler ki “Bu grup İzmir’e tayin oldu.” Nasıl gidersin İzmir’e? Benim büyük oğlum daha 15 yaşında. İstanbul’da ben 7500 lira para kazanıyorum. İzmir’e gitsem aç kalacağım. Radyo maaşı desen, bir şey değil. Gitmedim. Mızraplı tanburu 1-1,5 sene hiç elimden düşürmemiştim. Yaylıyı bazen sahnede çaldım o ara. 76 senesinde yine koydum mızraplıyı bir kenara, ta ki 98 senesine kadar… O güne dek hep yaylı çaldım.

O kadar imtihanlara hazırlandınız. Ama çalışamamış oldunuz.

Sadece ben değil ki. İstanbul Radyosu imtihanı değil ki, bütün Kurum’un imtihanı. Erzurum da diyebilirdi, mesela… 98’e kadar Radyo’da istisnalı çalıştım. O zaman bir imtihana daha girdim. İstisna imtihanı.

Akitli?

Evet, akitli. 98’e kadar çalışmamın sebebi şu, 98’de kalp ameliyatı oldum. Bypass… Otomatikman her şeyi bıraktım. 2 sene ne mızraplı ne yaylı çaldım. 2000’den sonra besteler de yaptığım için yeniden elime aldım… Derken bizim oğlan (Ferruh) Çiğdem’le evlendi. Boyuna beni dürtüyordu, baba beste yapsana, beste yapsana, 2002’de üç-dört tane beste yaptım. Onun teşvikiyle, yoksa kımıldamıyordum yerimden. O, “Ben bunu çok sevdim”; Çiğdem, “Ben bunu okuyacağım, yap baba” diye teşviklerle aldım elime.

‘Sisli Bir Hayal Gibi’yi ne zaman bestelediniz?

2002. O yenidir. Ya evlenmişti, ya nişanlıydılar.

Çiğdem Hanım’ın teşvikiyle oldu yani, size besteletti, sonra da söyledi. J

“İyi ki teşvik etmişim, ömrühayatımda bu kadar güzel şarkı görmedim,” dedi bana. “Bu benim malım,” dedi, sahiplendi. Tabii bu sefer de yaylıyı koyduk bir kenara. Sazın bir tanesini parçaladık, kaldı iki tane saz elimde. Biri güzel, üzerine titriyorum, 50 yapım bir saz. Şimdi Ferruh’ta duruyor zaten. Bi de Hadi Usta’nın bana en son yaptığı bir saz vardı, 900 liralık hani, iki defa kapağı değişti, bir türlü eski tadını alamadım. 2008’de çocuklar “Bize uzaksın,” dediler, ben buraya geldim, Erenköy’e. Kazasker’de oturuyorum. Gümüşsuyu’nda 42 sene oturdum. Maltepe’de Elif var, senin tanburu yapan, ona gittim, 2009’da kapağı değiştirttim, yine olmadı, bi daha değiştirdim, bir daha olmadı. 2014’te o sazı sattım en sonunda.

Ne macerası var sazın…

800 liraya, 2014 Eylül’de satıldı. Artık saz biraz biraz konuşmaya başlamıştı ama… Murat Aydemir’in yönlendirmesiyle Sacit’e gittim. Peş peşe iki saz yaptırdım, biri 2010’da, diğeri 2012’de.

Ferahfeza Klasik Türk Müziği Topluluğu’nun çalışmalarına da o sazlarla geliyorsunuz değil mi?

Evet. Bi de Ferruh’ta var işte. Üç saz. Başka da yok… Ferruh’taki çok güzeldir ama… Bülbül gibidir, bunlar kadar net ses vermez belki ama çok tatlıdır sesi onun…

Sacit Usta’ya kaça yaptırdınız?

2010’daki 1200 TL idi. İkincisi 1500’dü. Bana 1500’lük sazı yaptığı zaman ona dedim ki istediğim gibi yap ben sana 1700 vereceğim. Yaptı ama bir lira fazla almadı. Çok ısrar ettim, almadı.

Memnunsunuz sazlardan.

Birini rasta çekiyorum, diğeri dügâhta. Fakat üstleri terstir, orta rastsa üst dügâh, orta dügâhsa üst rasttır. Üstteki teli kaba yegâh yapmam. Benim tarzım ayrı. Herkes de “Aaa nasıl filan,” diyor. Fahrettin Çimenli de “Ne bileyim,” diyor. Kardeşim yukarıda üç tane tel var: İki tane çelik tel var, yegâh; bir tane sarı tel var, o da yegâh… Ne bu ya üç tane yegâh? Orta rastsa dügâha çekiyorum. Tabii çok kalın tel olmayacak, çok ince de değil. 45’lik takıyorum. Kaba yegâh için de 60’lık takıyorum. Benim tarzım bu. Öyle çalıyorum senelerdir. Daha çok ses elde ediyorum. Fa’ya, mi’ye de çekilebilir.

Özer (Özel) Hoca bazen fa diyeze çekilebilir diyordu makama göre. Eviç gibi mesela…

Tabii canım. 1,5 buçuk ses çekiyorlar, Murat Tokaçlar. Telleri 1,5 buçuk ses çekip ne yapıyor, bilir misin, 4 ses çalıyor. Ama 4 ses aslında noluyor?

1 sese tekabül ediyor.

1 sesten okuyor herkes fakat o 4 ses çalıyor. 1,5 ses çekmek de tanbura çok yakışıyor. Tınısı çok güzelleşiyor. Eskiden hep 32’lik tel takarlardı, şimdi hep 30’luk takıyorlar, dolayısıyla 30’luk saz 1,5 ses çekmeye müsait. 1 ses indirmeye pek müsait değil, eğer 32’lik olursa 1 ses indirebilirsin de. Bir tanburinin iki akortlu sazı olmasını tercih ederim. Biri 32’lik telle 1 ses aşağı çekilecek, biri normal yerinden olacak. 1 ses aşağılardan ne avantajın olur, 5 sesten okuyan bütün kadıncağızlara 4 ses çalarsın. Eğer sen de okuyorsan, ki ben çoğu zaman şarkıları 1 sesten okurum. Ne oluyor, yerinden çalıyorum fakat bir ses oluyor. Bunlar avantaj.

Mesela Özer Hoca nihaventleri, kürdilihicazkârları bir sesten okurken telleri 1 ses aşağı çekip yerinden çalın derdi. Transpoze biraz sıkıntılı ya kürdilihicazkârlarda, nihaventlerde.

Evet, fa’dan çalmakla sol’den çalmak arasında çok tını farkı var.

Tabii çalmasının zorluğu bir yana, tanbur karakteristiğini ortaya çıkaramıyor.

Kütük kütük. Kadınlara da 5 ses çalıyorsun, noluyor? Do’dan. Ne kadar çirkin bir yere gider. 
Yaylı tanburda da yaptım bunu. Yaylı tanburda eviç yapıyorsun mesela. Fa diyez nereye gelir 4 seste? Do diyeze. Do diyez nerededir yaylı tanburda? Sol diyezdedir. Sol diyezden eviç çalacaksın. Veya evcara çalacaksın 4 ses. 5 ses olsa kaymak, nolur, yerinden segâh gibi çalarsın. Si natürelden kürdilihicazkâr okuyor. Bunları çaldım ben. Si natürel nereye gelir biliyor musun tanburda? Dik geveşte. Irak perdesinden biraz daha dik olan bir perde. Ne oluyor, kürdi perdesi ittihaz ediyorsun. Mesela bir sesten hüzzam çalıyorsun, nereye geliyor, la’ya. Çalınmaz diye bir şey yok, herkesle çalarsın fakat tek başına aynı lezzeti veremezsin. Bir ses düşürmekte fayda var. Mesela Türkiye’nin en büyük udilerinden Yorgo Bacanos… Çift sazla gelirdi. Birisi 1 ses diğeri yerinden. O adam usta olduğu halde. Çünkü sazın vüsati, güzelliği öyle ortaya çıkıyor. Onun için ben de öylesini isterim. Mesela yaylı tanburda acemkürdi çalıyoruz, bende nereye geliyor, si’ye geliyor. Ne kadar temiz basmaya uğraşırsan uğraş olmuyor. Ama çalmadım mı, çaldım 4 ses. Ama 5 ses dersen bazı makamlar var, 5 sesi kaymak. Kürdilihicazkârın 4 sesi mesela bana güzel gelir. Dügâh perdesine denk geliyor yaylıda. Re’dir ama dügâha denk gelir 5 ses mansur akortta. Açık perdeleri severim ben. Mesela muhayyerkürdileri sol’den okurum ben. Noluyor açık perde yaylı tanburda, sol’dür, mızraplıda re’dir. Oradan çalıp okuyorum. Mesela kürdilihicazkârda ters geliyor bana, 4 ses okusam pes geliyor. 1 sesin de çalımı zor.

Yaylı tanbur icra ederken yine 2 sazınız mı vardı?
Yok tekti.

Yaylı tanburlar daha mı pahalı?

Yoo… Ben hiçbir zaman ahşap yaptırmadım, benimkiler cümbüş teknesidir. Randıman elde ettim.

Batı müziği ile harmanlı saz ve söz eserleriniz var. Bu konuya nasıl bakıyorsunuz? Sizin saz semailerinde de, sözlü eserlerde de gördüm. Türk müziğinde nedir, daha çok ikili üçlü aralıklar… Sizin eserlerde 4-5…

Ben şöyle bakıyorum. Nereden geldik buraya, dinlemekten geldik. Ne bileceğim ki, cahil adamın biriyim ben. Ama kulağımı eğitmeye çalıştım. Kimi dinlemişim? Mesela Refik Talat Alpman’ın Hicaz Saz Semaisi, Mahur Saz Semaisi… Baktığın zaman olduğu gibi intervaller, açık aralıklar… Diğerinde de #la do mi la# hep böyle çıkmış, inmiş adam. Hiçbir zaman #la si do re, do si la# takip etmemiş. Geçen konserimizde suzidil eserler çaldık, kimin? Tanburi Ali Efendi’nin. Adam o yıllarda bu sesleri nereden buldu ya?

1902 ölümü. 

Yani nasıl moderndir o peşrev. Saz semaisi de vardır.

Bilmezdim Özüm’de de vardır açık aralıklar. #Sol si re#

O bile basit, daha açıkları da var. Ben ilk önce ne yaptım biliyor musun, saz semaisi yapamam diye, peşrev yaptım. Segâh peşrev. Sonra “Tanburun Hayali” diye saz semaisi besteledim, nihavent. Çanakkale’yi korumak için gittik 67 senesinde. O zaman da orada Kürdi Saz Semaisi’ni yaptım.

İnternette de var.

Evet radyo kaydıdır o. Sonra burada çalışırken, Mahur Saz Semaisi’ni yaptım. Bostancı’da Saksonyalılar Gazinosu’nda çalışırken yaptım. Sonra Hicaz Saz Semaisi yaptım. Ki o da girizgâhlıdır. Hastalıktan bu yana yani 2000’lerden sonra onları topladım, bazılarını düzelttim. Hepsinin nerede ne zaman yapıldığı kayıtlıdır notaların kenarında. 2000’de Çeşme’de bestelediğim var mesela. Nihavent, kürdilihicazkâr o dönemler… Bu yakınlarda hicazkâr, karcığar ve nikriz var. Nikriz en yenisi, 2014’ün son ayı.

Nikriz Saz Semaisi film müziği gibi, dramatik. Atilla Özdemiroğlu 80’lerin film müziklerinde kullanırdı nikriz makamını. Bir hikâyesi var mı o eserin?

Yok, denk geliyor. Peşrevi de var, 4 hane, uzun da… Hafif ikalı.

1800’lerden itibaren Saray’a Avrupa’dan yabancı müzisyenler geliyor. Artık Batı armonileri vs. kulaklara yerleşmeye başlıyor, değil mi? Dede Efendi’nin Yine Bir Gülnihal’i vs. Ondan sonraki dönemde kendileri Batı müziği eğitimi de alıyorlar. Hatta Yenikapı Mevlevihanesi’ndekiler bile. Acemaşiran Mevlevi Ayini’nin sahibi, Fahreddin Dede, o da Batı müziği eğitimi de almış. İki müzik kültürü arasındaki geçişkenlikler normal…

Enternasyonal! Her şeye açık. Mühim olan yakışması. Refik Talat Alpman’ın Şeddiaraban Saz Semaisi’ni dinlemeni isterim. Bir teslimi var, yeter zaten.

Evet, Murat Aydemir ve Taner Sayacıoğlu’nun çok hoş ortak icraları var…

#re mi fa sol la si do re mi fa sol la si do re# İnsanın dili dönmüyor. 1947’de ölmüş. 30’larda 40’larda yapmış bunları, düşün. 70-75 sene öncesi. Pardon yani!!!

Asker kökenlisiniz ya, millî bayramlarda, balolarda, toplantılarda vs. oralarda neler çalınıyordu?

Ben hiç katılmadım. 30 Ağustoslar vs. eğlenceler yaparlardı, balolar, ben hiç katılmazdım. Müziğin olduğu yere hiç gitmedim. Kaç yıl çalıştım… Ha kendim gittim, çaldım. Biz zaten müziğin içindeyiz. Bir yere demlenmeye gideceğim zaman, en sessiz, sakin yere giderdim. Sohbete şayan… Kendin çal söyle, o ayrı…

Fahrettin’i (Çimenli) alır giderdik mesela biz Anadolu Kavağı’na, Bahriye’ye. Askerlerin olduğu ortamlarda çok çaldık. Bizi dört gözle beklerlerdi. Sofralar kurulurdu… O da askerdi. O zaman Bahriye askerliği de 36 ay, 3 sene... Teskere aldı, gitti İstanbul’a. Teskereden 2 gün sonra tekrar Gölcük’e, gemiye geldi. Dedi ki, “Yahu ben napacağım, o kadar alışmışım ki…” O kadar alışmış ki askerliğe, tabii ayrıca müzikle hep beraberdik askerlik süresince. O zaten gece gündüz müziğin içindeydi askerliği boyunca, benimle birlikte. “Şaşırdım, ne yapacağımı bilemiyorum abi, sudan çıkmış balığa döndüm resmen,” dedi. Ben de “Artık Radyo imtihanlarına gir veya müzikle ilgili ne yapılması gerekiyorsa yap, keyfine bak,” dedim, gönderdim İstanbul’a. Sonuçta asker; asker milleti kaçmak ister, bir an önce teskereyi almak ister, bu da tam tersi, teskeresini alıp 2 gün sonra gemiye dönmüştü… Çok hoş, enteresan bir hatıradır bu benim için… Çocuğun parkinsonu var şimdi, hafif titriyor, geçenlerde Baki’nin dükkânında yine konuşuyorduk, “Ya ne günlerdi onlar…” diye.

Bu tarz eğlencelerin, moral gecelerinin yanı sıra Askeriye’de çok konser de verdim. Asker olduğumu da bilmezlerdi. Donanma Kurmay Başkanı vardı. “Kâmuran,” dedi, “bize bir program yap.” İnci Çayırlı, Ekrem Bora falan filan bir program yaptım. Gölcük’te. Sene 71 veya 72’ydi. Fasıl heyeti de vardı. Mehmet Topaklı falan vardı.

Ekrem Bora da okuyormuş değil mi?

İsmini satıyordu. Evet, o da geldi o gün, 5000 lira aldı o gece mesela. Onlar rahmetli Sadri Alışık’la çok dolaşırlardı. Ailecek görüşürlerdi. Bizim evin en üst katında da basketbolcu Yavuz otururdu. Onun hanımı da Türkiye güzellik kraliçesi idi. Nebahat Çehre. Hâlâ dizide oynuyor şu an. Bütün deniz ayak altında, lebiderya. Bizim balkondan bile görüyorduk denizi, giriş katı olduğu halde. Ben orayı 300.000’e verdim, şimdi 700 versen vermezler. 2008’de sattım. Park Hotel bitince oraya hava getirdi. Avukat bir kızcağız aldı. Emlakçıya da para ödedik, bizim elimize 274 TL mi ne kaldı. Sonra gelip buradan ev aldık işte. İşyerleri hep o taraftaydı. Bir ömür geçti orada. Bu yakaya çok az geldim.
Urcan Gazinosu vardı, Sarıyer’de. Şimdi Orduevi’ne iltihak etmişler. Ne solistler gelirdi. Mediha Demirkıran müthiş bir sesti. Solist altı da Mustafa Sağyaşar’dı. Gönül Akkor’a da 69 senesinde ilk Çakıl Gazinosu’nda çaldım. Sonra Ankara’da Başkent Gazinosu’nda, İzmir’de Fuar’da çok çalıştık. Aralıklarla üst üste 1980’e kadar sürekli çalıştık.

Mızraplı tanburla ilgili biraz daha konuşalım mı?.. Mızraplı tanbur sahnede tercih edilmiyordu değil mi?

Eskiden çalınırdı. İzzettin abi çaldı, Selahattin Pınar hiç yaylı tanbur çalmadı ki hep mızraplı çaldı. Sadün Aksüt de Maksim’de filan mızraplı tanbur çaldı. Ama bir zaman geldi ki “Bu sazın sesi çıkmıyor falan filan…” Hakları da var ama. O zaman sistem öyle değil. Şimdi önüne koydular mı mikrofon dünya duyar seni ya… Ben yırtıyordum kendimi. Yumuşacık çalacaksın, takır takır çıkacak ses. Eskiden yok ki. Zaten Tanburi Cemil icat etmiş yaylı tanburu. Ahşaptan çalmış filan, nereden nereye… Ondan sonra da çok kişi çalmış ama son şeklini veren Ercüment Batanay’dır. Fahrettin Çimenli bunu en son noktasına getirdi. Ondan sonra kim bu kadar güzel çalabilir bilmiyorum. Senin hocan Özer de güzel çalıyor, fakat o bacaklarının arasında çalıyor. O kabiliyetli, ne saz versen çalar, o tip bir adam.

Yaylı, mızraba ket vurur. Hiç çalışmıyor ki sağ bilek. Bileğim durdu, ajilitem gitti. 15 yıl hep çektik yayı, dümdüz çektik. Tremelo çekmeyi unutmuşuz.

Yüzük parmağını kapağa sabitleyip uçar. İki elde de yüzük parmağa çok vurgu yapardı derslerde.

Ajilitesi iyi, onun dışında iki Murat da müthiş. Evet hız olduğu için, vura vura çalıyorlar. Üçü de çok iyi…

Mızrabı da ucundan tuttuğu için de daha çok volüm elde ediyordu Özer Hoca.

İki el beraber hareket edecek. Senin dilinin dönmediğini çalıyor. #tam tıra ta, tam tıra ta…# Müthişler.

Cemil Bey’in Şeddiaraban Saz Semaisi’ni dinledim sizden geçen gün. Siz de çok hâkimsiniz sazınıza.

Onlar müthiş… Onlar bizim evladımız ama boynuz her zaman kulağı geçiyor. Ben zaten geç başladım.

Sizin geç başlamanız size handikap olmamış. Eski profesyonel kayıtlarınızı dinledim, çok hoş. Elinize sağlık, ne diyeyim.

15 sene elini mızraba hiç sürmezsen ne olur baba ya? Yeniden başlamış gibi oluyorsun. İstediğin kadar çal, 15 sene bırak, bıraktığın yerden al bakalım… Evde böyle durdu saz ya… 76’dan 98’e kadar yaylı çaldım. 98’den sonra ne yay ne mızrap… İki sene ara... 2000’lerden sonra beste yaparken almaya başladım elime. Erenköy’e taşındıktan sonra 2009’da başladım aktif çalmaya.

Yaylı çalıyor musunuz evde?

Şu anda çalmıyorum. Yaylımdan da çok lezzet almıyorum. İstediğim kıvamda değil. Alıp uğraşmam lazım. Niye uğraşayım ki, para kazanmıyorum bir şey yapmıyorum. Bir karşılığı olması lazım. 1 hafta 10 günümü vermem lazım sürekli. Sen tanbur çalan adamsın, bilirsin, eşiğin bir mm ileri veya geri gitmesi bile sese tesir eder. Yaylı tanburda eşik değişsin sesi bulana kadar imanın gevrer. Tel değiştirirsin… Zor sazlar. Bunların bu zahmetleri var. Keman gibi değil. Uzun bir sap. Hava şartları…

Askeriye’de birisinin tanburu vardı, onunla başladınız. Biraz şans eseri değil mi tanbura başlamanız?

Evet, ondan önce hayatımda görmemiştim bile. Adamın haberi bile yoktu, boştaydı, aldım çalmaya başladım. Binbaşı İlhan Bey gördü beni “Napıyosun lan burda?!” diye geldiydi odaya. “Böyle mi çalınır oğlum bu, tanbur mu çalıyorsun, ne çalıyorsun belli değil, çalpara… Şöyle tut mızrabı,” dedi, “Şunu böyle yap, bunu böyle yap… Şöyle tut,” dedi “Bir kere saz dursun burada...” O kadarcık bir şey öğretti ama yeter.

Çocuklarınızdan bahsedelim mi biraz?

Tabii.

Büyük oğlunuz Fahrettin Yarkın 60 doğumlu. Ferruh Bey 64’lü, Ferda Bey ise 65’li. 5 senede üç çocuk.

Daha büyükleri bir kızım vardı, o yaşamadı. O 59’da doğdu.

57’de evlenmiştiniz.

Evet.

Onlara bire bir öğrettiniz mi bir şeyler?

Sadece Ferda dedi ki “Ben konservatuara gireceğim.” İlkokulu bitirmişti. Konservatuara girdi, bunu trompetist yaptılar. Gümüşsuyu’nda. Trompet aldım ona 10.000 lira. Yamaha bir trompet. Bir sene çaldı orada, sonra dedi ki “Ben alaturka istiyorum.” “Girdin ya buraya.” “Yok ya, alaturka istiyorum.” Tekrar gerisin geri aldım o sazı, sattım.

İlkokuldan sonra konservatuara götürdüm, sınava girdi kulak mulak, aldılar. Keman bölümüne yazdılar bunu. Hadi bakalım, bu sefer keman. Selçuk’tan (Tekay) 3 çeyrek keman aldım. 1.750 mi 2.750 mi neydi. Babasından almış o. Onu verdi bana, onu çalıyor falan. O arada bir tane de viyola aldım. Büyükçe. Biraz sesi kötüydü ama olsun. Gazinoda çalışırken garson dedi ki “Abi size keman lazım mı?” Dedim “Olabilir, fiyatı nedir?” “Bizim mahallede ihtiyar bir kadın var. Keman var elinde, onu satmak istiyor.” “Getir görelim, fiyatı veririz.” Bir kutu geldi, toz toprak içinde. Kutu rezil, içindeki keman da rezil olmuş.

1978 filan.

İşte o tarihler. Dedim “Kaç para bu?” “5000 lira istiyor. Müthiş ihtiyacı olan biri.” “Al şu 10.000 lirayı götür.” “Abi Allah razı olsun.” Her şey karşılıklı, Allah tarafından. Götürdüm Hadi Usta’ya. Usta bunu temizledi, burguları çürümüş, burguları değiştirdi.

Sesini duymadan aldınız.

Evet, evet. Ufak vıyk vıyk yaptı bizim çocuklar falan… “Güzel,” dediler.

Ferda’ya götürdüm, Ferda bir iki sene çaldı. Ferda da iyi çalıyordu. Daha bir senede usta oldu. Üç kişiydiler bunlar. Bir tanesi Türkiye çapında konserlere filan çıkıyor, Cihat Aşkın; biri Alaaddin Şensoy’un oğlu Hakan Şensoy. Bu üç sınıf arkadaşı müthiş. Konserler veriyorlar... Ethem vardı, lutiye, keman yapıyordu. AKM’de tamir işleri yapar, aynı zamanda yeni saz yapıyordu. Ona götürdüm sazı ben. Saza şöyle bir baktı, dedi ki “Nereden buldun?” Anlattım, böyle böyle… “Bu katalog keman,” dedi. “Bunu Avrupa’ya götür, nereden baksan 5-6 bin dolara satarsın,” dedi. “Atölyenin listesinde, kataloğunda bu var,” dedi. “El yapımı. Fabrika işi değil bu,” dedi. Orijinal direğini değiştirmeyip yerine getirdi sadece. Özel kaşık kullanılıyor direği yerine getirmek için. “Sakın cilasına dokunmayın bunun!” dedi. Tuşesi, alt kuyruğu, bütün burguları pek çok şeyi değişti tabii. Hâlâ o kemanı çalıyor. Ayriyeten iki tane daha kemanı var.

Kadını hiç görmediniz.

Yok, ücretini elden gönderdim, görmedim. 10.000 lira da güzel paraydı o zaman. Onun şansına oldu. Çok çaldığı yok ama çaldığı zaman onu çalar. Ona 1980’li senelerin sonunda getirdiğim teller var hâlâ elinde. 500 marklık tel almıştım. 500 mark çok para o zaman. Belki de 20-30 takım tel almıştım. İki tane de kutu almıştım. Ve herkes de “Müthiş keman,” deyip duruyor hâlâ.

F-F-F, üç F; isimlerin hikâyesi var mı?

Babamın adı Şükrü, dayımın adı Fahrettin. Fahrettin Şükrü koyduk.

Sizi yetiştiren dayınız.

Evet. Ferruh’un adı benim çok sevdiğim, candan bir arkadaşımın adı. Ferruh Avni. Avni de benim hanımın babasının adı… Ferda’nın adını da halası koydu. Onun adını Ferhat koyacaktım aslında. “Yeter ya,” dedi, “Ferruh, Fahrettin, modern bir ad koyun,” dedi. Bende de hep çift isim çocuklar; “İkinci isim Arıl olsun,” dedi. Onu da yanlış yazmışlar, Anıl olmuş, bir daha da dönülmedi. Ben de ses etmedim.

İnsanlar daha çok Ferda diyor değil mi? Anıl pek kullanılmıyor.

Arabası FAY’dı onun. Ferruh da “Fay Hattı” yazar notaların altına. Ferruh Avni Yarkın. Ferda, Orta-liseden sonra yüksek kısma geçti. Fahrettin ve Ferruh ise ticaret lisesinde okudu. Ticaret lisesini bitirir bitirmez konservatuara girdi.

Fahrettin Bey bir şey çalıyor muydu ortaokulda, lisede?

Fahrettin ritim çalıyordu konservatuardan önce, benle beraber gelirdi sağa sola. Kulağı delikti ritme. Tanburdu okulda sazı, ben de çalıştıramadım, sınıfta bırakacaklardı, Hoca demiş ki “Babana da selam söyle, 5 vereceğim sana ama ömür boyu tanbur çalarken görürsem hakkımı helal etmem,” demiş. Zaten çalmadı da. Ritim sanatçısı oldu.
Meşhur kanun lutiyesi Kısıklılı Ali Efendi vardı. Ona 13.000 liraya kanun yaptırdım. Ferruh’a hediye ettim, “Al oğlum otur çal bunu, dalgana bak.”

Ne zaman?

Ferruh daha konservatuara başlamamıştı. Lise talebesiydi. Böyle durdu koltuğun arkasında, çalmadı. 13.000 liraya yaptırdığım sazı 75.000 liraya sattı. Anla kaç sene geçmiş aradan. Bir gün gazinodayız, (kanun sanatçısı ) Sezgin’le (Sezer) beraberiz. Sezgin’in kayınpederi dedi ki “Bu çocuğa bir kanun alsana.” “Ne kanunu ya?” dedim. “Kâmurancığım bu çocuk müthiş çalıyor.” “Nasıl müthiş çalıyor, ben daha duymadım. Ben ona 13.000 liraya kanun aldım 75.000’e sattım. Nasıl çalıyor?” “Hadi ya,” dedi, “ama çalıyor.”

Sizden gizli gizli mi çalıyormuş?

Kabiliyeti var. Gazinoda kulislerde çalıyormuş, evde çalmıyor. Ama müzisyen de olmak istemedi o. O yüzden sürmüyordu elini. Liseden sonra Eskişehir İktisadi İlimler Akademisi’ni kazandı. Oraya gidecek, bir hesap çıkardık, benim aylık gelirim 150.000 lira. O aylık gelirin 75.000’ini ona harcamamız lazım, devamlı. O demiş ki annesine, “Ben o parayı alamam, yiyemem. Siz burada dört kişi 75.000 yiyeceksiniz, ben orada tek başıma 75.000 yiyeceğim. Olmaz bu iş.” Bu sözlerden haberim yok ama. Bir gün telefon çaldı. “Buyurun.” “Aa, Kâmurancığım tebrik ederim, oğlan imtihanı kazandı.” “İmtihanı kazandı,” deyince daha okul başlamamış, Ferda’nın okulu yok ki imtihanı olsun. “Ferda imtihana mı girdi, ne imtihanı bu?” “Senin ortanca oğlun, geldi imtihana girdi, imtihanı kazandı. Konservatuarı kazandı. Sana haber vereyim dedim.” “Yav,” dedim “haberim bile yok.” Benden habersiz, evden habersiz, gitmiş konservatuar imtihanına, girmiş imtihanı kazanmış. “Oraya tek başıma gidip yaşayamam, 75.000’i de yiyemem…” o kabilden girdi konservatuara aslında, ama son senesinde hocalık yaptı. Mezun olmadan daha. Talebeler yetiştirdi. 88’de İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’na girdi. O seneden beri orada. Ama bir şey söyleyeyim, konservatuara başladıktan sonra tekrar kanun aldı. Nereden aldı? Muzzaffer Özpınar’dan aldı. Ritim sanatçısıdır ama bir yandan gayet de iyi çalar kanunu.

Ferda hepsinden önce girdi, ilkokuldan sonra, en son o mezun oldu. Ferruh’tan bir sene sonra mezun oldu. Ferruh güzel kanun çaldığı gibi notayı da müthiş bilir. Ayrıca albümlerde altyapıyı, üstyapıyı o yazar. Kemancılar demişler, “Bu Ferruh’u alın başımızdan. Öldürüyor bizi!” Bir keman partisyonları yazıyor ki, adamların elinde kalıyor. Anlattılar, güldük çok. Ferda ise ondan daha kuvvetlidir. Sen şarkıyı söyle, o bir yandan notaya alır. Ağızdan çıkanı notaya alır. 35-40’dan sonra nota öğrenmiş adamdan ne olur? Ağaç yaş iken eğilir. Çocukken öğretmek lazım notayı, çocukken.
Benim şimdi iki torun var, bela-yı berzah. Biri 30 yaşında, diğeri de 24. Nağme Yarkın’la Baturay Yarkın.

O da mı konservatuar mezunu?

Yok o mühendis. Endüstri mühendisi. Mezun olalı iki sene oldu. Diploma evde asılı. İki senedir de konservatuarda master yapıyor. O müziği seçti. Babası demiş ki “Buraya diplomayı as, sonra ne yaparsan yap.” O da dört gözle bekliyordu, mühendisliğin bitmesini. “Astım oraya diplomayı, ben gidiyorum kendi işime,” dedi. Şimdi çalışıyor hâlâ. Orkestraları var. Piyano çalıyor. “Dede bana bir şey ver,” dedi. Kürdilihicazkâr Sirto yazdım. Verdim ona, dinledim, bir kısmı var, orası benim yazdığıma benziyor, gerisi piyanoyla partisyonlar, düzenlemeler, müthiş… Geçen tek başına resitali vardı. Konserde de söylemiş, “Dedem Kâmuran Yarkın’ın yazdığı eseri size sunuyorum,” demiş, falan filan…

Tabii çok sesli hale getiriyor.

Müthiş, müthiş… Tanıyamazsın. Bir beste yap ver ona. “Çal,” de, “Bu benim mi?” dersin. Görsen bi sakin, dersin “Bundan müzisyen mi olur?” Onların istikbali profesörlüğe kadar gider. İsterlerse tabii. Müzik profesörlüğü…

Nağme, haftada bir gün Kadıköy’de, diğer günler Emirgân’da Mirgün Köşkü’nde. Dere de akar yakınında, yukarıdan aşağı. İstanbul Üniversitesi Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde. Boğaz’da. Kadıköy’deki yer vapur iskelesinin karşısında. Eski hal binası. O da çok eski, büyük bir bina. O da İstanbul Üniversitesi Konservatuarı’nın. O da çocukluğundan beri konservatuarda. Arkadaşlarının bir kısmı Radyo’ya girdi. Ekmeğini aldı. Bazen ortanca torun Baturay’la buradan gidiyorlar, turne gibi. (Ortanca diyorum, bir de en küçükleri Deniz Kâmuran var, Çiğdem’in oğlu, aslan parçası…) Tiyatrolarda çalıyorlar. Bursa’ya gidiyorlar mesela, üç gün beş gün. Baturay imtihana girecek, kazanırsa Hollanda’ya gidecek. Orada caz piyanistleri yarışmasına girecek. Geçen yapımcının biri ona “Aranjman yap, piyasada böyle düzenleme yapan zor bulunur,” demiş. Yazıyor, müthiş altyapı yazıyor, altını üstünü yazıyor yani…

90’lardan sonra gazino hayatı bitmişti değil mi, oğullarınızla bir yerlere gidiyor muydunuz?

Dört defa Hollanda’ya gittim.

Yaylı tanburla mı?

Yok mızraplı. Sufi müzik yaptık. Bi tanesinde Kuran-ı Kerim okudular. Bir keresinde fasıl yapıldı. Hanende Nurettin Çelik de geldi bizimle. Kızlar vardı. Çiğdem vardı, Gül vardı. Rahmetli Halil (Karaduman) vardı.

Fahrettin Bey’le Ferruh Bey’in tasavvuf müziğine özel bir ilgisi var mı?

İlgiyle alakasından değil, ne görürlerse çalar onlar.

Albümleri de var.

Albümlerde her türden eser var. Sadece ritim çaldıkları kayıtları da var mesela. O albümlerde zikir de var, oyun havaları da var. Renkli, kültürel… Şükrü Tunar’ın Rast Oyun Havası’nı çalmışlar ki orada adamlar illallah demiş yazdıkları partisyonlardan.

Vurmalı sazları akortlayıp melodi de çalmışlar değil mi?

Evet, karşılıklı melodi çaldılar… Çalarlar…

Hayrete şayan!

Yarkın Türk Ritim Grubu’nu Fahrettin’le Ferruh kurdu. Baykal diye bir çocuk da vardı. 12 seneden beri Hollanda’da yaşıyor. Tiyatroda çalışıyor orada. Bir de Bekir Sakarya var akordeoncu. Birkaç da saz sanatçısı vardı. En son “Feraye” türküsünü okumuş Çiğdem, onunla birlikte bir sürü oyun havası, Balkan havaları ve düzenlemeler, altyapılar harika tabii… Çiğdem 3 tane okumuş, ben bugüne kadar Feraye’nin böyle güzel okunduğunu hiç duymadım. Yerinden okumuş, çok dikleri de yok eserin ya. Aaaaaa, bayıldım. Ben bilgisayara da attım, onu arabada da dinlerim.

Hocam başka sanatçılardan da bahsedelim mi, tavrını en çok sevdiğiniz ses sanatçısı kimdi?

En başta Gönül Akkor.

Bunu en baştan soruyorum. 20’li yaşlarda gazinoya gittiğiniz dönemlerden beri soruyorum.

Evet çok güzel sesler vardı ama Gönül Akkor’dan önce ve sonra diye bir ayrım yapabiliyorum. Benim için Gönül Akkor milattır.

Nasıl tarif ediyorsunuz? Güçlü bir sesi var.

Hiç anlayamazsın, “Bu kadın tıkandı, çıkamayacak,” dersin. İki misli daha dik okur. Çok candan, içten okurdu. Ölüyormuş ve öldürüyormuş gibi okur. Müthiş.

Çok çaldınız ona. Sizin bestelerinizi de okur muydu?

Yok okumadı. Sevmezdi benim tarzlarımı. O vurucu, yakıcı tarzları severdi.

Ayağa kaldırıcı…

Yıkacak ortalığı… Geçen Radyo’da denk geldim, eviç, Ela Gözlerini Sevdiğim Dilber, Sadettin Kaynak’ın… Bir Sadettin Kaynak daha dinledim ondan, muhayyerkürdi, Yine Bahar Oldu Coştu Yüreğim. Müthiş…

Lirik…

Erkeklerden Bekir Sıtkı’yı çok beğeniyorum. O tarzı beğeniyorum.

Onunla muhabbetiniz oldu mu hiç?

Hayır olmadı. Zaten çok genç irtihal etti. 36 doğumlu.

Gazino hayatı yok.

Hiiççç… Bu gençlerden Cengizhan (Sönmez) diye bir çocuk var, onu da beğeniyorum. O da bozdu. Türlü şarkılar okumaya başladı, aman yâ Rabbim… niye böyle yapıyorlar ya?..

Bestecileri de sorayım o zaman, hem Osmanlı’dan hem de Cumhuriyet Dönemi’nden…

Itri dendi mi dururum orada. Bu tarafa gelirsek eğer 1925’le 1975 arasındaki bestekârların %35’ini beğenirim. Benim yaptığım ve benimle beraber diğer müzisyenlerin yaptıkları, popüler müziktir. Öncekiler klasiktir, ağır klasiktir. Sonrasında Mustafa Nafiz Irmak, Selahattin Pınar, Sadettin Kaynak var. Bir de Nasibin Mehmet (Yürü) var. Çocukken annesi def elinde fasıllara gidermiş. Ablasının ismi Nasib’miş. “Kim Mehmet?” “Nasib’in Mehmet, Nasib’in Mehmet…” derken adı kalmış öyle… Dramalı Hasan…

Aleko’nun da Yorgo’nun da az ve öz şarkıları var, adamı alır götürür. Müthiş, şaşılacak eserlerdir. Tatyos güzeldir. İsak Varon’un da güzel birkaç şarkısı var. Ama hiçbirisi bence Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar’ın kâbına varamıyor. Çok değişik şarkılar… Sadettin Kaynak’ın bir gecede 7 şarkı bestelediği söyleniyor. O şarkılar bugün klasik oldu. 7 tane bir gecede. Ertesi gün filme çalınacak şarkılar. Saz eserlerine gelirsek Tatyos var, Refik Fersan var, Refik Talat Alpman, Tanburi Cemil başta gelenlerdir. Biraz sonrasında Reşat Aysu…  

Yaşadığım çağın müziğini sevdim. Benim yaşadığım müzik devresi. Ondan sonra bir devre daha geliyor. Antin kuntin, fantiri fittiri… Okuldaki talebeler de besteler onu, basit. Ben de dâhilim buna, kendimi ayrı tutmuyorum. Çok cüzidir benim ayrı tuttuğum eserlerim. Bizim yaptığımız da popüler müzikti. İnan bana… Şimdiki pop müziğe bakarsan o artık, istisnalar tabii ki var ama, rezillik. “Hafif Türk müziği” dendi ya Ankara TRT tarafından. Ne hafifi ulan. İşte bu popüler müzik… Güncel. Birkaç gün sonra unutursun. Ama diğerini unutmazsın. “Sorma Bana Nafile Neler Düşündüğümü…” Adam (Pınar) 32-33’te yapmış şarkıyı, hâlâ okunuyor. “Doğuyor Üzerime Bir Yirmi Sekiz Yaş Güneşi” diyor adam, eviç… (Sadettin) Kaynak... Allah Allah… 70 senelik şarkı. Diğeri 80 senelik şarkı. 1895 doğumlu Kaynak. Selahattin Pınar 1902 doğumlu. 58 yaşında ölmüş. O hiç değilse 66 yaşında ölmüş. Adam 66 seneye neler sığdırmış. Onu bırak hadi, Tanburi Cemil kaç yaşında öldü. 43 yaşında. O zaman yaptıklarını hâlâ çalıyorsun, hem de keyifle. Adam bi 15-20 sene daha yaşasa acaba neler verecekti? Bunlar devrin Arşimetleri…

Sizin zamanınızda enstrüman virtüözü olarak, bu gelenekleri sürdüren müzisyenler olarak kimleri anarsınız?

İzzettin Ökte tanburda mesela çığır açanlardandı. Mesud Cemil keza öyle. Ama onların hepsinin üstünde; onların talebesi olması seviyesinde olması gerekirken, boynuz kulağı geçer, Necdet Yaşar, Türk musikisine büyük damga vurmuş; Amerika’da, birçok üniversitede hocalık yapmış. Tanbur sazını Türkiye’ye sevdiren biri. Eğer bence Necdet Yaşar olmasa, tanbur sazı buralara gelmezdi. İlla ki birini takip ediyorsun bir yerlerden. Gençleri saydım zaten, onlar müthiş, saymama gerek yok.


Zaten onlar Necdet Bey’in talebesi. Özer Özel de, Murat Aydemir de, Murat Salim Tokaç da.

Geçen sana söyledim Metin Aksu diye biri var. Onun da ajilitesi iyi. Bunlar dört dörtlük adamlar. Eskilerden Nubar Tekyay da var. Yorgo Bacanos, Kadri Baba (Şençalar)… İnsanı alıp götüren cinsten…

Nota arşiniz vardı?

Onu Kızıltoprak Musiki Cemiyeti’ne verdim. Evi taşıyordum o zaman. Bir sürü kitaplar ve nota arşivini verdim onlara. Artık bas bilgisayara yüz bin tane nota var.

Plak arşiviniz?

Şirketlerden çok hediye geliyordu bana. 45’liklerden, LP’lerden çok vardı. Ses sanatçıları da çok hediye ederdi gelip. Kendim de alırdım. Çoğunu ona buna dağıttım, kimisi kırıldı. Kasetler de var. Fakat çalamıyorsun. Çalsan da kalite gebermiş. CD’ler filan götürüyoruz işi…

Zaten siz işin içindeydiniz. Yengeyi, çocukları da alıp bir yerlere gider miydiniz?

Çalıştığım yere birkaç defa arkadaşlarla birlikte bir iki defa getirdim. Eşimle de arkadaşlarımın programına iki-üç defa gittim. Çok az olmakla birlikte gittik. Örneğin, talebelerimin, yetiştirdiğim kişilerin sahnesi olduğu zaman gelen davetlere icabet olarak birkaç defa gittik. Sağ olsunlar ararlar, sorarlar; mesela, yine emeğimin geçtiklerinden Hüner (Coşkuner) bizi, eşimi hiç selamsız bırakmaz. Eşim zaten gece hayatı pek sevmez.

Evcimen.

Evet. Ama bizi bekler. Eve girene kadar bizi beklemiştir. O ayrı. Müzikli olmasa da akşam yemeklerine dışarı çıkardık.

Şimdi nasıl müzik dinleme hayatınız?

“Aman yâ Rabbim, bu ne?” dediğim yeni kayıtlar oluyor, onları hemen arşive atıyorum. Veya eskiden kaçırdığım sesler, kayıtlar oluyor. “Şu seven kalbin feryadını duy”, Osman Nihat Akın’ın. Bir tek Sabite okumuş, onu buldum. O da serbest okumuş. Şarkının yeni baştan düzenlenmesi lazım. Ben onu kendime göre düzenledim ve öyle okuyorum. Ancak benim okuduğum tarzda güzelleşiyor bana şarkı, yoksa durman lazım, saz duracak, benim düzenlemede durmaya gerek yok, işliyor parça… Nihat Akın da genç öldü. Akciğer kanserinden 54 yaşında öldü. Onun tavrını, tarzını çok beğenirim. Geçen okudum Fahrettin Çimenli ile Sezgin çaldı. Ellerinde kaldı sazlar, bu nasıl şarkı dediler. Dedim ki o şarkı aslında o kadar güzel değil, ben bu şarkıyı bu düzenlemeyle güzelleştirdim, okumaya çalıştım... Bayıldılar.

Çiğdem Yarkın’ın şefliğini yaptığı Ferahfeza Klasik Türk Müziği Topluluğu var, ona geliyorsunuz her pazar. Nasıl aldınız bu kararı?

Ben Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin 50 sene önceki halini görüyorum orada. İçinde iyi sanatkâr olmaya aday gençler var. Üst üste okunuyor şarkılar, tekrar ediliyor. Deşifre yapılıyor. Öyle böyle şarkılar değil. Şarkılar da fan fin fon değil.

İşte bir tane Kâmuran Yarkın tabiri daha: Fan fin fon şarkı değil… J

J Hüseyin (Kıyak) de maşallah kıyıda köşede kalmış şarkıların avcısı. Hüseyin’e bir iki şarkı vereceğim, elinde kalır, çalamaz. Ver bakalım, alacak, karcığar, “A tamam,” diyecek, sonra kalacak, çalamaz. Ne sanatkârların elinde kalan şarkılar var. Gelir şarkı önüne, “Hadi çalalım, aaa olmadı gak guk, başa dönelim,” derken programın iptal olduğunu bilirim ben. Çok şaşırtmacalı şarkı, alıştığın nağme gelecek diye bekliyorsun, bambaşka bir şey geliyor karşına. Sol bekliyorsun, si geliyor, ulan nereden çıktı bu si?!! Kel alaka bir ses. Onlardan var bende birkaç tane şarkı, götüreceğim ona. Söyleme sürpriz olsun. Sen şunları al bakalım, bir bak bakalım… JJJ

Geçen bana anlattı, “Hoca’nın saz eserlerini oturduk, tak diye çalamadık,” dedi. Değme sazcıları getir onlar da çalamaz…

Çalamaz.

En az yarım saat çalışması lazım.

Yetmez. O Mahur Saz Semaisi’ni nasıl çalacak hemen gördüğü anda? Sen de bana “Şu tarihte konser var, soloları dağıttık, korolar belli, sonunda Mahur Saz Semaisi çalınacak…” Ben kendi bestemi unutuyorum. Çalışmam lazım. İlk önce çıkaracaksın ki çalasın. Bu Mahur Saz Semaisi 1979’da TRT televizyonunda Radyo sanatçıları tarafından çalındı. 30 saz tarafından. Ondan birkaç gün önce Cahit (Peksayar) abi C Stüdyosu’nda beni buldu. Sadun Aksüt’ün tanburu duruyordu orada, “Çalsana,” dedi “dinleyeyim şunu bir.” Caddebostan’da en iyi kemancıları vardı, önüne koydular, “Yok ya!” dedi, aldı çantayı kapattı, gitti. O tür şeyler onlara ters gelir tabii. 1974’te yaptım ben onu. Hüseyin doğru söylüyor, kim olsa en usta bile bakacak… Refik Talat Alpman’ın Şeddiaraban Saz Semaisi var, bunu udla çalmış Osman Nuri Özpekel. Udla çok alamadım tadı. Kendim çalmaya çalıştım, o 32’liklerde tıkanıyorum. Orada biraz kasıp, yavaşlatıp sonra hızlandırıp çargâhtaki karara varılabiliyor ancak... Ama bunu Taner Sayacıoğlu ile Murat Aydemir çok harika çalmış… Ne adammış bu Alpman ya. Bi tane de rast var. Rast Saz Semaisi de bela. Onu ben çaldım da bir tek dördüncü hanede çuvallıyorum. Orası bana çok ters geliyor. Çok süratli çalınması lazım. #Tika taka tika taka…# Uymuyor ki çalamıyorsun.

Reşat Aysu? Onunkiler de çok zor.

Çalmışım sana verdiğim CD’de Kürdilihicazkâr Saz Semaisi’ni. Çalmaya çalışmışım yani.

İspanya’ya gitmiş. Orada bir kadının dansından mülhem yapmış.

Evet. Kürdili oradan çıkma. Muhayyerkürdisi var, şeddiarabanı var, nikrizi var, karcığarı var, buseliği var.

Osman Nuri Özpekel’le Taner Sayacıoğlu bir albümde çaldılar onun eserlerini.

Hemen hemen hepsini… Osman Nuri Özpekel dört dörtlük bir adamdır. Fakat şeddiarabanı (Alpman’ın) dinledikten sonra diğer icra daha tatlı geldi. Müthiş çalmışlar Taner’le Murat. #ta ra ti ri ti ri ti ri ta ra ti ri ti ri ti ritaaa# Bunu çalmak... Elinin altında saz ama tanbur bu. Yukarıdan aşağı iniyorsun ya. Kaba re’den aşağı kadar iniyorsun. Tiz nevadan, miden yukarı çıkıyorsun. Sol’e, do’ya kadar.

Yurdal Tokcan?

O çalar. Onun çalamayacağı bir şey yok. O çocuk var ya, bütün dünyada kimsenin çalamayacağı en zor müzik nedir, getirin onu çalar.

Pablo Casals’tan bahsetmiştiniz, çok hoş bir hikâyesi var.

Bu çocuk İspanyol, Katalan. 1876 doğumlu. Babası piyanist, ona piyano öğretmiş. Fakat öyle müthiş bir piyano dâhisi değil. 11 yaşlarında yakın bir arkadaşı çello çalarken “Ne güzel bir ses çıkıyor bundan,” deyip “Versene bana,” diye istemiş enstrümanı. Almış, bir iki çalmış o gün. Çok hoşuna gidince babasından bir tane çello istemiş, babası almış. Fakat adam, müzisyen olmasına rağmen, demek ki Pablo’yu çok parlak görmüyor veya müzisyenlik mesleğini kârlı görmüyor, çocuğunun marangozlukla uğraşmasını istiyormuş. Fakat annesi aynı fikirde değilmiş. Azimle onun elinden tutmuş, Barselona ve Madrid’de eğitimler aldırmış. Ayrıca ufkunu genişletmek için tarih, edebiyat, dil ve matematik dersleri de aldırmış. Pablo 2 sene sonra Brüksel’e seçmelere gitmiş. Dünyaca ünlü bir çello profesörünün huzuruna çıkmış. Pablo kısa boylu, tıknaz, yerden bitme, serçe parmağı benim başparmağım gibi etli biri… Tabiri caizse kütük gibi bir adam. Zaten babası da marangoz olmasını istiyor demiştim ya. Profesör onunla dalga geçerek, “Hey küçük İspanyol, ‘Souvenir de Spa’yı çalabilir misin?” demiş. Çok kıvrak,  ajilite gerektiren, bela bir eser. Pablo hemen bir öğrencinin elinden almış çelloyu, çalmaya başlamış. Profesör ve etrafındaki herkes, öğrenciler küçük dilini yutmuş, şaşkına dönmüşler. Müthiş bir çalış, kabiliyet, enstrüman elinde oyuncak gibi… Profesör Pablo’ya “Eğer benimle çalışırsan bir senede en iyi çellist ödülünü alırsın,” diye yine üstten üstten konuşmaya devam etmiş. Bu aslında kaçırılmaz, müthiş bir teklif. Fakat Pablo “Hayır sizinle çalışmam, siz kaba bir insansınız,” diyerek bu teklifi reddetmiş ve yürümüş gitmiş. Böyle bir istikbali elinin tersiyle itip Fransa’da bir tiyatro orkestrasına girip orada sahne arkasında çalmaya başlamış. Ama sonra ünü bütün dünyaya yayılmış, Beyaz Saray’dan, İngiltere’den davetler almış ve gelmiş geçmiş en iyi çellistler arasına adını yazdırmış. Sonra, Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı gibi diktatörlükle yönetilen ülkelerde çalmayı reddetmiş. Yine başka bir diktatör ve kendi ülkesinin hâkimi General Franco’nun İspanya’sında çalmak bir yana, onu tanıyan demokratik ülkelerde bile viyolonsel çalmayı reddederek tepkisini her fırsatta ortaya koymuş.

Belki Pablo’nun annesi gibi müzik konusunda sizin elinizden tutan biri olmamış ama kendi gayretinizle, azminizle kendinizi Türkiye müzik piyasasına kabul ettirmişsiniz.

Eh, eh… Filan… Eh işte… Pablo’yla ben arasında benzerlik kurulması zor, çünkü o bir virtüöz. Tanburi Cemil de çok küçük başlamış bir virtüöz ama Casals’tan daha fazla bir yanı var: Ne aldıysa çalmış eline. Hem de mükemmel derecede çalmış. Zurna, viyolonsel, klasik kemençe, lavta, tanbur, yaylı tanbur…

Hem 30’lu yaşlardan sonra enstrümanınıza başlamış olduğunuz halde en önemli Türk sanat müziği solistlerine çalmışsınız, onlara saz takımları kurmuşsunuz, TRT’ninki gibi zorlu sınavlar geçmişsiniz, yurt dışında pek çok konsere gitmişsiniz.

Evet, yurt dışında da konserlere gittim. Ben devamlı çalıştım. Askerliğim süresince yasaktı, gizli çalıştım o süreçte. Aşağı yukarı 62-63’ten beri çalışıyorum, tekaütten önce kırık döküktü ama sonrasında yani 73’te emekliliğimin ardından serbest serbest çalışabildim. 43 sene olmuş...

13 Ocak 2016 Çarşamba

"İyi ya da Kötü" İnsana Has Bir Teatrallik: "Sen Olsan Ne Yapardın?"




Bu videoyu izlerken hönküre hönküre ağlamaklar, dövünmeler, bıyık altı gülmeler ve kahkahalar niye giriftçe birbirine sızıyor? Bu karmaşık sorunun cevabını arıyorum. “Niye Yeşilçam’a bu kadar ağlarız, güleriz?” diye sempozyum soruları vardı. Kurmacayla gerçeğin birbirine ulandığı, dolandığı bir durum var ‘prodüksiyon’da. Parası yetişmeyen müşteri, oyuncu. Yardım eden kadınsa ‘gerçek’ hatta sahici. Sözleri ‘replik’ olsa ancak Müjde Ar bu kadar karakteristik çemkirirdi, hissine kapılıyorsunuz. (“Hiçbir yerde bulamazsın beni!”) ‘Müşkül’ü oynayan oyuncunun gözleri öyle çok fırıldanıyor ki muhtaciyetten malûl, soğukkanlı ve sempatik dolandırıcı anıştırması bıyık altı gülmelere yol açıyor. Öte yandan, kadını, çıkış kapısına son engel olarak gören, bir yandan hodbin bir yandan donuk adamın, muhtemelen önündekini ‘ne de olsa kadın’ görmesinden mütevellit kuşkuculuğu ve tutukluğu… (Bir de bunun, kasiyerin karşı cins olduğu veya sırada çapkın ve müşfik erkek olan versiyonları da çekilebilir.)
Ekranın köşesindeki Altan Erkekli, kamera objektifleri derken, olayı izleyen bir dolu göz katman katman iç içe geçmiş halde. Ve evdeki izleyici gözü tarafında şu da var: Robin Hoodculuk var ya serde, köşe bucak kamufle edilen kameralar yokmuş da, ‘gerçek hayat’ta da bu oyunculuk mahareti sergilenip eve bebek bezi, süt vs. götürülebilse fantezisi… Ve oturup ayağını uzattığı yerden buna zahmetsizce göz yuman bu ‘subjektif etiğin’ yaşadığı bedava haz…

Bu ‘overacting’ler, ‘benimkisinin oyun olduğunu unutmayın’lar, öte yandan teselli de ediyor hönküre hönküre ağlayan izleyiciyi… Ancak oyunda görülebilir veya devlet-özel fark etmez TV’de olabilir böyle şeyler demecilik… Zaten baştan dış ses, prodüksiyonun ne kadarının oyun ne kadarının gerçek olduğunu söylüyor. Ve yine ‘kopma’ evresine henüz erişmeden altyazı istatistiği de, sizi az sonra, bugün Türkiye’de, 2002’nin %30’larına kıyasen ancak %2 kadar muhtemel bir olay için hönkürteceğiz, diye peşinen teskin ediyor. 
Kahkaha kısmına gelirsek, kasada bir umut, şefkat bekleme vaziyetinin kadın tarafından böylesine uzatılmasındaki şuurlu-şuursuz karışımı kurnazlık ve bu kurnazlığa duyduğumuz aşinalık, şartlar ne kadar gerçek olursa olsun “iyi ya da kötü” insana has bir teatrallik içeriyor.  

10 Ocak 2016 Pazar

Marnie Oradayken ve Ghibli’nin Hayaletleri


Anna’nın derdi köksüzlük; hayatta bir dayanak, mesnet bulamayış ve nihayetinde umutsuz, güvensiz bir yalnızlık. Marnie’nin sırma saçlarına ve kuleye yapılan vurgular, ister istemez bir diğer yalnız Rapunzel’i de çağrıştırıyor. Bir farkla; burada Marnie, kurtarılmak için değil de daha çok Anna’nın kendisini, yeteneklerini keşfetmesini sağlamak ve onu daha özgüvenli, sağlıklı biri yapmak için orada. Ama bence Ghibli’ciler içerikten bir adım daha önde tutuyorlar biçimi. Onların derdi bir sükûn atmosferi yansıtmak. Bununla birlikte doğadan yakaladıkları o sakin tablolarla (örneğin, filmin sinematogrofisinde güneşin çeşitli halleriyle birlikte değişen renklerin suya yansımaları, çimenlerin durağanlığı), karakterlerin “henüz” dinginleşememişlikleri arasında bir tezat beliriyor. Bu gerilimi genelde filmin sonuna dek koruyorlar.
Marnie Oradayken’de de hikâye en sonda çözülüyor. Zaten yapmak istedikleri de bu: Doğa, çocukları ve filmi kuşatan olgun ve bilge rol modeli, çocuklarsa kendilerini ve hayatı tanımaya, keşfetmeye çalışan çaylaklar. 
Marnie Oradayken'de iki hayalet” var: Biri “Doğulu” olan, Japon gelenekselliğinin sembolik temsilcisi olan doğa, (yakuta vs. gibi kıyafetler veya festival ikonografileri de elzem pratik işlevi olmayan, yalnızca bu Doğulu ve tarihsel anlamlar-değerler dünyasının sosyal hayattaki temsilî görünürlüğü olarak duruyor film anlatısında) diğeri ise Anna’ya da “şifa olacak” İngiliz köşkün kurtarıcı aklı.

13 Eylül 2015 Pazar

3-Bant Bilardoda Metafizik Direniş İhtiyacı


Torbjorn Blomdahl
Dick Jaspers
                                               
3 Bant Bilardo Dünya Kupası Guri finaline birkaç saat kala.

Blomdahl 2012’de Peloponnese’teki (Yunanistan) turnuvada 3-bantta yeni bir düzey başlattı: 2,739’luk genel ortalamayla final sonunda havada ıstaka sallamak. Bu şu manaya geliyordu: 5 maç üst üste 15 el dahi kullanmadan maç kazanmak. Bu turnuvadan önceki rekor 2,420 idi. Fakat bu öyle yıllardır kırılamayan bir düzey değildi. Sadece 1 sene önce gelinmiş bir düzeydi (Viyana, 2011). Ve o düzey, o dönemler itibariyle yine bireysel kalabilecek kadar dar bir alandaydı. Eski rekor hazmedilememişti henüz. Ancak 3-4 maçlık serilerde buna yakın genel ortalamalar elde edilebiliyordu. 2,420’den öncesinde ise turnuvalar genelde 2,000 hatta bazen 1,500 genel ortalamanın altında kazanılabiliyordu. Blomdahl’ın 90 başlarında yükselttiği seviyeye (Tokyo, 1992: 2,204) yine Blomdahl, Jaspers veya birkaç oyuncu tarafından daha (örneğin, Saygıner’in Atina’da 2004’te 2,000 genel ortalamayla kazandığı turnuva) zaman zaman yaklaşılıyor veya o rekor egale ediliyor veya biraz biraz yükseltiliyordu ama bu birkaç oyuncu da genel istatistiğe göre 2,000 ortalamanın altında turnuva kazanıyorlardı. 
Bu tarz, maç içerisinde 15 civarında ataklar gerektiriyor. Fakat bu dozdaki performansların hemen ardından maç içinde 8-10’luk seriler bile nadir yakalanabiliyor. 15+10’luk serilere çok rastlanmıyor. Örneğin, Blomdahl neredeyse bir solukta yarıyı aşıp 30’lara geldikten sonra ezici bir istatistikle duraklamaya giriyor, bazen 5-10 ıstakaya kadar çıkıyor bu duraklama. Çünkü mental mod, üst üste iki-üç kere 10’luk serilere hazır değil henüz. Çünkü “gerek” duyulmuyor. Yani 25 sayı civarı farkları kapatmaya yeltenen cengâver pek çıkmıyor. Veya üşeniliyor mu desek? Malum, psikolojide her eylem bir “ihtiyaç”a göre güdülenir. Fakat gelinen bu seviyede, Jaspers, bu “ihtiyacı” bilardo mentalitesinin kavramlar dünyasına kazandırıyor. Bu nasıl tanımlanır bilemiyorum, “imkânsız direniş”? Geçen turnuvada Dae-Kwon Shin’le oynadığı unutulmaz, efsanevi ve vecde getirici maçta, daha öncesinde Tran’ı onca farktan sonra şaşkınlığa uğratışında bu “metafizik direniş”lerin örneklerini sunmuştu. Tran o tokattan sonra epey sarsıldı ama bu tarz bir tokadı bilardo tarihinde ilk sallayan Caudron’du. O maçı hatırlatmama gerek yok zaten, herkes anladı onu! Yani demek istediğim, Tran bir daha yerden kalkamaz dememeli, Tran da bir süre sonra Jaspers gibi âlemlerden seslenebilir. (!) Henüz Jaspers düzeyinde olmasa da yani 3 ortalama civarında 40 finişine burun buruna girmek gibi bir metafizik hadiseye bulaşmayıp bunu daha insani (!) düzeyde 1,600-2,000 civarında yapan epey savaşçı var: örneğin Taşdemir’in bir önceki düzeyi buydu, 2,000 ortalamayla çok maç kaybetti kıl payı ve Zanetti, Merckx, Leppens, Forthomme, Çenet, Nguyen, Tran, Horn, Choi, Cho da bu direnişçi kategorisindeler… Bu parantezin içinde Avrupalıların takipçileri olarak Koreli ve Vietnamlılar da var ama bugüne kadar 3-bantta bütün eşikleri yaratma geleneği kurucu figür olarak Avrupalıların… 
Velhâsıl, Blomdahl ve Caudron’dan sonra bu “ihtiyaç”a cevap verip bu 2,500 civarı genel ortalama savaşçıları kulübüne girmek ancak Sanchez ve Tayfun gibi iki ışıltılı yetenek ve bilardo bilgininin elinden olabilirdi. (Bu yazıyı final maçından önce gönderiyorum, maçın sonucu çok önemli değil, şimdiden tebrik ederim Usta’yı; umarım akış, Sanchez’in boşluklar bulamadığı şekilde cereyan eder.)

13 Haziran 2015 Cumartesi

Kentin Ortasındaki Yerel Heyula: Kesik Hava

* İstanbul Art News'un Haziran sayısının Odak Yazar köşesinde çıkan yazı.

20 öyküden oluşan Kesik Hava’ya bir bütün gibi de bakılabilir. 2009’da çıkan bu öyküler toplamı, köy ve kasabayı mesken tutuşuyla ve kentte geçenlerinde de yakayı bir türlü bırakmayan kırsal vurgusuyla diğer kitaplarından ayrılıyor biraz Murat Yalçın’ın. Fakat kitabın tümüne dair genellemeler yapmayı o kadar da mümkün kılmıyor bu öyküler. Okuyucuya vazife payı bırakan metinler bunlar, benim değiniler toplamıma dair de aynı yordam takip edilebilir.  
                                              
“Ecel Teri”nde zamanın durağanlığı ve insanların yeknesaklığına mukabil doğanın daha bir akışkan olduğunu anlatır dururken bu temaların hepsinin altında örtülü, çaktırmayan bir ‘şiddet’i imliyor. (Bu “şiddet”e dair bir yorum yapacağım sonra.) Zaten Yalçın’ın söylemek istediklerini kurduğu yüzey ve düzlemlerin altına itme huyu kitabın tümünü sâri. Doğa ve çevre, zaman zaman konuşan, düşünen çoğu zaman kinetize olmayan ama bu ihtimali hep içinde barındıran potansiyel bir karakter olarak duruyor öykülerde. İnsanların örtük, bastırılmış eylemlerini veya onların altmetinlerini de metaforize ediyorlar.
“Elektrik Dünyası” bir rüya anlatısı olarak okunabilecek birkaç öyküden biri. O birkaç öyküdeki bu teknik, kitabın genel katmanlı yapısına hizmet eder şekilde özgünce kullanılıyor. Baktığında “derinin altındaki iskeleti” görebilen bir adam var Elektrik Dünyası’nda. Bu saç derisi ve kafatasının altındaki yapı bilinçdışıyla da ilgili tabii. Kitabın kasabada ve kentte geçebilecek öyküleri, yazar tarafından gerilen, ‘köy’le dolu bilinçaltı filtrelerinin ardından görülen ve duyumsananlar zaten. İhmal etsek de, gözümüzün önündeki hurdada uyuduklarını fark etmesek de onlar varlığa ve varlığımıza dâhiller diyor bu öykü. Bir yaşında zatürreden ölen çocuğun ne doğumunun ne de ölümünün nüfusa bildirilmesi gibi yok ama kabul edip etmesek de varoluşa dâhil ve anlam/ımız/ın bir parçası.
“Sırtı Dönük Kadınlar” kentte ama şalvarının bir ucuna çamaşır suyu sıçramış kadınları resmediyor. Dile dair tutup getirip okuyucunun önüne koyduğu bu imkânlar hem okuyucu için bir konfor, fakat bir yandan bazı mecazlar bunu tesis eden yazarı bıyık altından kıs kıs güldürecek denli kıvrandırıcı bir oyun. Bunu ifşa etmekten de imtina etmiyor zaten: “SDK’nın yüzlerini dönmeleri (kâğıt oyununda kartların açılışı) oyunun sonudur.” Türkiye’den alt sınıftan kadınların bu öyküye girişi, dil oyunlarına alet edilmek gibi bir züppelik için değil elbet; önceki öyküdeki gibi, herhangi bir varoluşsal fiiliyatımızın onların varlığından hâlî, ârî ve berî olmadığını demek için.
Bu kitaptan zaten kentli ‘yukarı sınıflar’a dair öyküler beklenmesin, peşinen biline. Şehirli birinin taşraya dair hatırladıklarının, bilinçaltına gömülenlerin steril ve onat bir üslupla dillendirilmesi gibi de okunabilir. Varoşu veya köyden taşınıp getirilip kondurulanı temsil eden “Köse’nin Yeri”, bütün semiyotik göstergeleriyle beraber anlatıcı –yok düzeltiyorum– kepçe marifetiyle yıkıldığında şehrin o “karanlık ve uğursuz” kısmı da sterilize oluveriyor ve hatta dile dolanıp yapışmış, o utanılan diyalekt örtülüveriyor.
“Rutubet Hanım”, eski ‘gökdelen’in arkasındaki sokaklardan evin yolunu tutmadan önce verilen yemek molasında, turuncu plastik çatıdan düşen eğreti güneşin açığa vurduğu sürahinin dibindeki tortudan, pasaktan duyulan ‘iğrenti’. Bastırılmışın, obsesif bir fâsit daire şeklinde kentte tekrar gözün önünde belirivermesi... 
“Seğirdim Yolu” rüya, hatta onun da içindeki rüya anlatısı gibi okunabilir ancak, ama bu öyküyü var etmeye uyku hali şart değil; uyanık haldeki bir bilinçten akıp gidenleri yakalayıp getiriyor anlatıcı okurun ve kendinin önüne. Kalabalıklar içinde yapayalnız devinen bir bilincin kendi kendini terapisi gibi. Doğasal olaylarla stimüle olan duyusal hafızanın kayıtları ‘manzum’ bir mecraya akıyor bu metinde. Buradaki bellek vurgusu Yalçın için önemli; duyular hafızası, benliğin ta kendisi bir nevi. (Bu söylediğim sadece bir yön olabilir çünkü “Seğirdim Yolu” ve kitaptaki birçok öykü farklı okumalar yapmaya müsait, onu da hatırlatmak lazım.)
Kitabın başka öykülerinde anlatıcıların kusmaya kadar vardırarak açığa vurdukları bir duygu var “Kesik Baş”ta: yerel olanın yarattığı ‘bulantı’ hissi. Belki diğer bazı öykülerde yüz veya binyıllık monotonluktu bu bulantı hissini doğuran; burada ise bu duyguyu yaratan, ‘toplumsal bilinçaltı’na nüfuz etmiş, öykü boyunca birçok veçhesinin deşelendiği bir mit. Mitleri, korkuları, heyulaları, içinde, varlığında yüklenen nesneler, anlatının canlı parçaları yine. Geçmişi ve hatta geleceği kuşatmış dinsel, ananevi ve “şedit” bir mitin envanteri çıkartılıyor burada. Bazen siyaseten ‘gerekli’ bazen adaletsiz binbir türlü sebep yüzünden bedenlerinden koparılan başların, Jung’un ‘genetik hafızası’yla aktarılagelmiş hüznü, duygusal bir kod ve tarihsel bir gerçeklik olarak anlatılıyor bu öyküde.
“Tanrı’nın Gölgesi” sadece Tanrı’nın değil bütün iktidar aracı olan ve bir yandan yaşamı mümkün (veya gayrimümkün) kılmış ve yüzeysel bir tabaka gibi sarmış bir dolu kırsal, kasabasal değerler bütününe atıf gibi okunabilir. Anadolu’yu iliklerine kadar sarmış ataerkil Türk-İslam anlatıları brandasından bunalmış, ateizmle teizm arasında kalmış, budala olmaktan kurtulmayı anlaşılmamakta gören, çelişkiler ve çatışmalar yumağı içinde debelenen bir öykü karakteri var burada. Bu kitabın diğer öykülerindeki birçok pasaj, bu gencin iç konuşma ve sayıklamalarının devamı gibi de okunabilir. Baba ise birden çok ‘baba’ya karışarak anlamlı ve çekilir kılmış dünyasını; Malazgirt atasına, Fetih babasına, Hint fakiri ulularına… Varoluşçu bulantılara gark olmuş oğula ise bu mitik ve mukaddes viranı, düşlerindeki “tuvaletlerde ve duşlarda çırılçıplak” öldürmek düşmüş.
“Bomonti Bira Bahçesi”, şehrin ortasındaki kasabasal bir zaman kesitine özlem ile geçmişe saplanıp kalmanın bugün ve gelecekten uzaklaştırması arasında konumlanıyor. Ne Laleli’sinden Şişli’sine uzanan troleybüsü ne de Bomonti Bira Bahçesi kalan bir şehir nostaljisi... Ve şehrin hafızasından geçen kabadayılar, mafyöz figürler, Kıbrıs gazileri, gecekondular… Ama bu ‘nostaljik’ hafıza yoklaması “terle karışık ekşimiş yemek” tadında. Erkeğin merkezde olduğu bu yâd edişe ‘babaların sımsıkı yapışılan kemikli elleri’ de dâhil.
“Üç Azap”, köy-kasaba yaşamını sarıp sarmalayan kader, etme-bulma dünyası inanışının ne denli çökmüş ve çöreklenmişliğinin alegorisi olarak da okunabilir. Öyküdeki çocuğun tırnak acısı (cehennem azabı), jiletle parça pinçik ettiği kurbağanın ‘vicdan azabı’nın ‘deterministik’ sonucu... Ve bu atmosferik heyulanın bir kader unsuru olarak şiddet davranışı biçiminde tezahür etmesi… Ve bu şiddetin yine “kaderî” sonuçlarının test edilmesi… Bu azabı duyan vicdanların, ıstırapları (kabir azabını da) kendine mıknatıs gibi çekmesi… Etme-bulma mekanizması, “buranın ‘öte’si de var” inanış ve kabullerinin çocukluktan itibaren zihinleri örmesi… Bütün bunlar İranlı yönetmen Kiarostami’nin, çocukların kol gezdiği Deprem Üçlemesi’ni de çağrıştırdı bana.
Yalçın, her öyküde parçalarını bir bir tamamladığı bu kır-kasaba atmosferine bir boyut daha ekliyor “Kar Körü”nde: ölüm. Mezartaşları arasında saklambaç oynadığı zamanları hatırlayıp gündelik hayattaki ölüm-insan ilişkisini “Ölüm neredeydi o zaman?” sorusuyla kurcalıyor. “Kararların kararsız bıraktığı bir çavlanda dönenmeydi günler toprağa batasıya…”, “Koyu yeşil bir görkemin iliklere işleyişi…” ölümlülüğün kasvetinin bu topraklarda başrol olmasına vurgu. 
“Ölü Atların Ruhu”ndaki ‘sinema makinesinden iniveren resimler’ metaforu bu kitabın tamamını da tarif edebilir. Bu sinematik ve psikanalitik öyküde köy, “uykuya dahi sinmiş” klostrofobik bir korkunun bizzat kendisi. Bir kâbus, daraltı ve kurt korkusu olarak köy... Hayallere dahi dalmanın ayaklar tarafından frenlenmesi… Rüya harici kısımların da rüya ürkekliğinde olmasıyla bir gerilim anlatısı olarak da sayılabilecek bu hikâyede, kana boğulan çerçi ve miadı dolan atın ruhu “köyün tavanına geriliyor”. Ölü Atların Ruhu’nun erkekleri, küçüğüyle büyüğüyle, Kürt’ü ve Türk’üyle, erken yaşlanmayı tercih eden Âdemler. Nihayet, onları oradan çıkarabilecek atın rüyada bizzat kendileri tarafından öldürülmesiyle, “çekerek açılabilecek kapı itilip” içeride hapis kalınıyor, dışarısına çıkılmaktan korkulan köye ilelebet ait olunuyor. Âdemlerimizin alaycı ayakkabıları bile bir türlü sahiplerine inanmayıp söyleniyor: “Yok canım”, “Yazık yazık…”
Kitaba adını veren “Kesik Hava”da tabiat; rengiyle, kokusuyla, müziğiyle sevilen fakat temsil ettiği birçok duygu, tabu ve mitle yüzleşilen ve hesaplaşılan bir öyküsel varlık. Yalçın, duyarlık ve dikkatle gözlemlediği tabiata ve çevreye anlam yüklemeyi bir üslup olarak seviyor. Buradaki değişimlere paralel olarak devinen temsilî anlam dünyaları üzerinden bir anlatım yordamı seçiyor. Babasından ayrı kalmasını, onun başına bir şey gelecek kaygısını çaydanlığın kapağının terennüm ettiği gerilim müziğiyle ifade ediyor. Burada tabiatın mı duygusal durumlara etki ettiği, yoksa –tam tersi– öznelliğin mi tabiat gerçekliği algısına yön verdiği girift bir dikotomi halinde birbirine geçişiyor.
Yalçın, kitabın sonlarına doğru “Günahkeçisi” ve “Çorba” öyküleriyle şehre taşınıyor ama köy-kasabadan ve kentleşmemiş kentin tarihinden tevarüs edilen genetik kodların izlerini sürmeye devam ederek. Günahkeçisi’nde anlatıcının, dedesini hiç aramadığının sanılacağı endişesini dile getirmesi mizahi bir vurgu olmuş biraz, başından beri “baba ve dede” nefeslerinin binbir türlü kokusunu duya duya bir kitap okuduğumuzu hesaba katarsak. Bu öyküdeki toruna, köyden İstanbul’a iki kere göç etmiş, “ceviz ağacından düşüp sol gözünü yitirmiş öfkeli, enayi ve maraba” dedesinden kalan miras şu: Eski Beyoğlu’nun eğlenceliklerine taşınan odunlar, bir konaktan çıkma emlakçı dükkânı kapısı ve bu kapının üzerine yapıştırılmış karton parçasına tükenmezle yazılan cep numarasından müteşekkil bir “hafıza”…
“Çorba”daki “ak kuzu” leitmotifi ‘bildik bir yalnızlığa’, bir annenin çocuğu olmaya ilişkin. Deli dediği milletin deliğine gözünü dayıyor ve ak kuzuluktan “buraya” uzanan bir yola bakıyor. Bu yolda,  samimiyetsizlikler ve bir ak kuzunun olabileceği kadar kurnazlık gözüne ilişiyor. Yine yolda rastladığı lokantaya asılmış, “sabır sebat buyrukları veren sahte ve gösterişli hat levhaları” ise enikonu gözüne takılıyor: “Bu levhalar birikmiş kuruntuların, öfke demetlerinin üstüne sıçrayan kıvılcımlardan başka neydi? Bu ‘huzur veren’ dünyanın insanı sersem eden gösterişi can sıkıcıydı. Vaatlerse, bir hıncı beslerdi ancak.”
“Alis”, ayçiçeğini ve köydeki dolunayı imleyen bir sokak aydınlatmasına anlatıcı tarafından verilen ad. “Alis’in sarışın sokağı”, içinden geçen ve cürüm isnat edilen kara paltolu adamı ve üzerinde kartopu oynayan kara çarşaflı kadınlarıyla bir film noir fantezisi gibi. ‘Film noir’in sarışın femme fatale’i ise Alis’in kendisi...
“İt”; cinsellikten çok bilinçle, deşilip duran bilinçaltıyla, kendine dönük bir tefekkür ve teemmülle iştigal eden bu kitapta, kente köyden getirilen bir cinsel enerji ve dürtüyle yazma eylemi arasında analoji kuran bir öykü.
(Köy ve kasabanın hayaletinin dolaştığı) kentte geçen kitabın son üç öyküsünü ardı ardına okuduğumda bir görüş ve temenni belirdi bende (temennileri toplantının sonuna saklıyorum). “Allah Vergisi”nde bahsedilen “ağrı” biraz da hassasiyetten malul olanların derdi. “Allah vergisi” dediği, belki de “bir batında bir düzine yavrulayan anaç rüyalar” gören bu duyarlı, huysuz, nanemolla hal. Ancak “çeken”in bildiği, çekmeyenin öylece yaşayıp gittiği bir “sosyal içerikli rüya”. “Allah Vergisi”ndeki, ‘edebiyatçılarda daha da temayüz eden bu hastalık’, “Yok Diyen”de anlatıcının sarkastik bir iç dökmesine dönüşüyor. Adamın alınganlığı, kendisine “yok” denip duruldukça, en yüksek seviyeye ayarlanmış ve fazla ağırlık yüklenmiş o hassas reseptörünün isyanına evriliyor… Bu alıngan tabiatını monotonluk ve bayağılıklardan korumak adına dünyaya bir mesafe koyma cehdi… Halbuki fırsat verilse bütün dünyayı değiştirme enerjisini kendinde vehmetme safdilliği ve onlarla olan hesabını mahşere dahi bırakmayacak bir hınç…
Bu üçlü dizgenin ve kitabın sonu “Geribildirim”, kitapta sofistike bir şekilde yer alan iç monologların bu sefer karikatürize edilmiş tek ve uzun cümlelik bir versiyonu. Evet, 4 sayfalık bir tek cümle Geribildirim öyküsü. Bu uslu, tertipli, kinik, insanları kırmaya ürkek, yeri geldiğinde ‘kötü’ ol(a)mayan, dünyaya alabildiğine fütursuzca, kaygısız, hesapsız dalamayan, sıkılgan karakterlerin sonuncusu, “birazcık kötülük ediverse de ferahlayıverse” temennisine sevk ediyor okuru. 

22 Mayıs 2015 Cuma

Bir Meydan Okuyucu: Lütfi Çenet



"Bunu da aldı, bunu da aldı!" (NTVSPOR spikeri Mehmet Sevinç, bugün böyle sunuyordu, o ölü pozisyonlardan 5'lik seri çıkarıp maçı penaltılara götürdüğünde...)

Memnuniyetle hafızamı işgal ediyor bilardodaki 'challenge'lar. Bunu sık sık yapan Çenet'inkiler de tabii. Fransız Bury'yle bir yarı final maçı vardı, sanırım Mısır'da idi; Trabzon muydu, Jaspers'ı yendiğinde havalara uçuşu... çok benzerdi bugüne... ve daha daha nice böyle galibiyet veya –hiç önemli değil– sayıca geride tamamlayış... Bu vazgeçmeyen arzu; örneğin penaltılarda veya rakibi 3-4 ortalama tutturmuşken veya bir dolu vaziyette, kısacası "hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde kötü günde" ıstakaya küsmeyişteki ısrar/sebat; bünyesindeki nöronlarının her birinin bilardoya duydukları saygıdan dolayı sahip oldukları mukavemet ve direncin bu denlisi az gözlemlenebiliyor. Dolayısıyla yaptığı işe, kendisine, kişiliğine olan özgüven ve özsaygısını korumaya çalışıyor. Bu bedensel ve zihinsel antrenmanlar ona ayrıca pratikte, maçların en belalı anlarında cesaret, eminlik, sakramayan 5 duyu olarak dönüyor; dolayısıyla keskin görüş güçlükleri, banda yapışık toplar vs. engel olamıyor. Bir başka deyişle üzerine titreyip fit tutmaya çalıştığı özgüveni ve özdisiplini ona en kritik anlarda ödüller sunuyor. Sadece anlar değil tabii yıllardır sürdürülen bir istikrar var. Bilardoda pek çok hoş nitelik var: yüksek seriler, orijinal karot çözümleri, artistik beceriler... Ama sporda seyirci olarak, en çok tatmin veren, saygı uyandıran şeyler bende bunlar. Tebrikler Lütfi Çenet!

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Öldüren Şehrin İki Yakası

Öldüren Şehir bir roman ama içinde birkaç formu birden misafir ediyor. Sonlardaki mektuplaşma, başka deyişle ‘öykü atışması’ romanın biçimsel imkânlarının sürprizli bir kullanımı –ki deneme tadındaki bazı pasajlar da bu niyetle dercedilmiş orta kısımlara. Romandaki türlü duygulanımları mümkün kılan, bu biçimsel yordamlar. Örneğin, 70 ve 80’lerden sonrasıyla pek yıldızı uyuşmamış, bu zamanın İstanbul’una sahicilik problemi atfedip biraz hafifseyip mesafe koyan veya üstü örtülü, kinik bir duygusallık kuran Emre’nin mektubu işte ancak bu trafiğin sonunda dokunaklı sulara sürükleyebiliyor okuru. “…Gel artık Langelot…” Ayrıca, tekinsiz, karamsar gibi gözüken ana hikâyenin umudunu yitirdiği anlarda çeşitli türlerin ve tekniklerin ahenkle ardı sıra kullanımı hem nefes aldırıyor hem de bir süre sonra acaba hangi deneysel işçiliklerle karşılaşacağız beklentisi bir nevi keyif halini alıyor.

Romanın, bir gün posta kutusuna bırakılan, içinde Ufuk Yükseker’in sürekli rüyalarında gördüğü bir binaya ait görüntülerin aktığı videoteybin peşinden giden bir hikâyesi var. Bu gönderme, ‘klasik’ bir polisiyeden ziyade David Lynch sinemasına daha yakın. Ufuk’un yanı sıra diğer karakterler Emre, Yeşim ve Yılmaz. Hiçbiri için ‘proaktif’ oldukları söylenemez, aslında hepsinin hikâyeleri, yaşadıkları dönemle baş edebilmek için takındıkları tutumlar. Bunun yanında mekânlar, binalar, hatta gökyüzü ve doğa, kaldıkları kadarıyla bir nevi kader unsuru gibi, kentin onlarca yıllık politik, sosyal, kültürel serüveninin izlerinin sürülebileceği metaforik bir üst belirleyici rolünde; roman kişilerinin karakterlerini, kişiliklerini de tayin eden, hatta yoğuran bir el... Romanın 1950’lerden beri İstanbul’da olan bitene işaret ettiklerine bakılırsa tam tersi de geçerli, bu gerçekliği var eden insanın bizzat kendisi. Bu insan dışı unsurların üstlendikleri atmosferik fonksiyonalitenin gölgesinde geliyor karakterler önümüze bir bir. Hatta roman bir öyküler bütünü gibi duruyor gibi gözükse de bu karakterlerin sırayla ve bir izlek çerçevesinde arz-ı endam etmesi üzerinden bir süreklilik sağlanıyor. Mesela, "tuhaf bir yazar" bile sadece kendini temsil etmiyor aslında. Fantastik ve ‘gerçek’ hikâyelerin tümü bu bütünlüğe hizmet etmekte... Fantastik veya fantezi olanların yanında gerçek olanları bile hayatla kurdukları problemli, travmatik ilişki yüzünden ­–ki buna en ‘aklı başında’ gözüken Ufuk da dâhil– gerçekliği ıskalayan hatta umursamayan konumdalar. ‘İncinmiş’ karakterler hepsi. Dışarıda ihmal edilen estetik ve hoyratlık karşısında haykıramadıkları, hafriyat sahasına değil de ancak içlerine atabildikleri duyarlık bu derin küskünlüğün sebebi. Bunun yanında karakterlerin geçmişle kurdukları ilişkilerin bilinçaltlarında çöreklenmişliğinde bildik bir ‘politik’ motif aramak güç; ince mi ince müzik kulakları ve dağarcıkları, X-Files’tan, Peter Pan’a, Şişli’nin pasajlarına, mimari hassasiyetlere yapılan göndermeler hesaba katıldığında kültürel politik bir ton nitelemesi uygun düşebilir ancak. Ve dünyaya bakışlarını, algılarını etkileyen geçmişe dair bu bilinçlerinden pek tatminkâr da değiller, bu hafızanın manipülatif veya dayatılmış olduğu yönünde şüpheleri var; bina hakkında yaptıkları mimari araştırmalar bu hafızalarını sürekli revize etmeye de yarıyor.

Yılmaz’ın öte dünya kaygıları, Ufuk’un bilgi’nin peşinden koşmaları, Emre’nin alaycılığı, Yeşim’in hercailiği, mesafe aldıkları dünyayla ve kendileriyle yüzleşmekten kaçışlarının yansıması ve avuntusu. Bu ayna karşısında kendileriyle çok meşgul olma halleri zaman zaman bir nevi kibre dönüşüyor, örneğin Ufuk, sırf bu yüzden yine romanın kendisi tarafından ‘ayin’ bölümünde bir fiske yiyor. Meyve kurdu metaforu da yine hoş bir özeleştiri.

Romanı okuyanların ve hakkında eleştiri kaleme almışların bahsedip durduğu 'tekinsizlik' şehrin ortasında duran binaların metrukluğu, garabetliği veya posta kutusuna bırakılan videoteyple ilgili değil sadece. Emre'nin ‘nostalji’ye (o da hepi topu 10-15 senelik) sığınarak kendini emniyete aldığı yerlerde dolaylıca işaret edilen ve insanın her alanda üretim-yaratım-yapma-etmelerinin sığlığının, duyarsızlığının göstergesi olarak duran bu bina metaforunun temsil ettiği bir his ve hal bu tekinsizlik. Ve buna dair süregiden aldırışsızlık. Bu; öylesine, özenti bir gerilim yaratmanın aksine, bir eleştiri üslubunun kendisi. Sürekli devinen kent, sokağa çıkıldığı anlarda bile asılı olduğu yeri terk edip ensenin dibinde bitiveren roman karakteri işlevinde bir resim çerçevesi gibi. Ayrıca, fotoğraf albümünün karıştırıldığı sahne, 10 yıllık zamanların arasına teyel bile atılmamış geçişlerin ürkütücü tekinsizliğini bir boyut olarak döşüyor metnin zeminine...


Öldüren Şehir’de nihayet, iki tip kent beliriyor. Biri, hodbin, palas pandıras, gayriestetik insanın ürettiği veya o insanı üreten hırpani bir hengâme. Diğeri de hem buna maruz kalan hem de bu sersemliği ve nadanlığı bir devr-i daim halinde pekiştiregelen incinmiş, savrulmuş bir lodos ‘aylaklığı/flanörlüğü’. İkincisi zamanlı oluşunun farkında, asla nahoş değil, kendini haddinden fazla önemsemiyor; hatta kötücül ol(a)mayışı, sarkastikliği, yaşadığı zamana göre bazen nostaljik bazen fütüristik ama sıradışı ilgileri, merakları ve ‘mağlup’ olduğunu ırgalamayan enerjisi birçok kişiye umut da verebilir. 

13 Aralık 2014 Cumartesi

“Yalnız ve Hırçın İtalyan”ın Bu Hayattaki “Oyun” Sahnesi Bilardo Mekânları



Dünya Kupası’nın Hurghada/Mısır Ayağına Dair… 


Marco'nun bu hayattaki sahnesi bilardo mekânları. Dünyanın neresinde olursa olsun, seyircisinin karşısına çıkıp "oynuyor". 30 küsur senedir... 52 yaşındaki "oyuncu" bugün kendine şampiyonluk rolünü biçti. Bazen ikinciliği, üçüncülüğü, ilk turda elenmeyi de oynasa son saniyeye kadar rolünün hakkını veriyor. Seyirciyle mücadele de rolünün spontane gelişen bir parçası oldu bugün. (Blomdahl da geçenlerde seyirciyi zapturapt altına alabilmek için karizma ve otoritesini kullanarak bir bakışla "herhangi bir oyuncu değilim"i hatırlatmak gereği duymuştu.) "Yalnız ve hırçın İtalyan", "oyunculuğu" yüzünden bazen eleştiriler de alıyor. Ama eleştirenlerin de "oynamasının" önünde hiçbir engel yok.
***
Kang'a (Dong-Koong) gelirsek, diğer Korelilerden birazcık farklı o, az daha sert, ritmini tutturması çok önemli. Biraz gözü kara bir ritim denebilir belki. Şampiyon olmayı ve büyükleri devirmeyi o pervasızlığıyla başarmıştı. Fakat yarı finalde de (son bölüm hariç) finalde de temkinli ve ürkek oynadı.
***
Semih Saygıner'le ilgili bir iki not: Psikoloji ve beden çalışmalarında "kas hafızası", "duyusal ve duygusal hafıza" diye kavramlar var. Adnan Yüksel başarılı maçların ardından kötü oynayarak veda etti denemez. Bununla birlikte bütünsel olarak psikolojik ve fizyolojik bünyesi eski kondisyonlarını hatırlar gibiydi. Demek ki hazırlıklı gelmiş. (Tayfun'u Blomdahl maçı yordu sanırım. Tam anlayamadım klasik son salvosunu niye yapamadığını.) Semih Saygıner'in de kaslarının ve zihninin hatırlamasını umduğumuz kondisyonlarının ne menem şeyler olduğunu göz önünde bulundurursak bunun rakipleri için pek bir dert olacağı kesin. Tabii hafıza nöronlarının önündeki perdelerin açılabilmesi sık ve bol uyarımla ilgili. Zanetti birkaç yılı bulan durgunluk döneminin ardından ısrarının karşılığını aldı, alıyor; Semih Saygıner usta da "hafıza"nın ilacının tekrar ve ısrar olduğunun hepimizden çok bilincinde.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Kore’deki 3-Bant Bilardo Dünya Şampiyonası ve Mükellef Bir Şampiyon Choi



Genç olgunluk diye bir şey vardır ya hani, Choi'nin kendi atışına hakem sayı vermesine rağmen olmadı deyip Sanchez'i masaya davet etmesi o kabilden. (Tuncay Akay’a olmayan sayıyı kare kare tespit edip cümle âleme ispatladığı için teşekkür.) Biraz da dedikodu: J Bir de Zanetti'yi düşünün, geçen hafta adam çaçaron çaçaron, Sanchez'le kavga etti İsviçre'de. Hayır, hırsını, direncini seviyorum ama bu kez abartmıştı... İyi oldu vallahi, içimin yağı eridi. Tayfun bence kesinlikle sıradan bir oyuncu değil. İstisnasız her maçta o kadar orijinal çözüm(leme)leri oluyor ve bunları öyle rahat icra ediyor ki onun enteresan zekâsının yarısını (Choi hariç) Korelilerin çoğunda görmüyorum. Tamam efendi, disiplinli çocuklar da külliyen 40 sayı triple, turnike, havuz, acem izlerken sıkılıyor insan, ya onlar atarken sıkılmıyor mu?

Hem bunların atası Sang Lee en gözü kara varyeteciydi. Varyeteden kastım apaçık sayı varken maç disiplininden çıkıp artistiğe yeltenmek değil. Oyuncunun müşkül durumların altından yaratıcılığı, pozisyon ve teknik dağarcığıyla kalkabilmesi. Choi’nin olgunluğu hem kişiliğinde hem de oyununda. Bazı çözümleri taştan sıkılan su misali. Zaten karşılığını şampiyonluklarına bir tane daha ekleyerek aldı.

Bilardoyu sıkıcı Asya çağı mı bekliyor?

Bu turnuvada mesela Cho, Caudron'u sürKLASe etti. Öyle mi acep? Istaka her ona geçtiğinde pozisyon tercihim Blomdahl-Tran'a kaçmacacılık yönünde cereyan etti. Tran'ın (Vietnam) oyunu daha göze hoş geliyor bence. Ki Tran'ın “tarihinde” Blomdahl'la yaptığı bir maç vardır, çok geri düşmesine rağmen izleyenlerin ağzını açık bırakmıştır. O günkü maçın ve Tran'ın sonraki numaralarının Türkiye'de az izlendiğini sonra fark ettim. Çünkü Tran Türkiye'ye geldiğinde (Cho şampiyon olmuştu o turnuvada) tribünlerden bir dolu "bu çocuk da kim ya?" sesleri yükseliyordu.

Dikkatinizi çekti mi, bugün Cho zor bir pozisyonla karşılaşıp kısa süre sonra bîçare alt dudağı, üst dudağını örttüğünde Blomdahl o pozisyon için zihninde 2 varyeteyi çoktan elemiş 3.yle 4. arasında açık oturum veya referanduma gitmişti. (Cho sallayıverdi oturdu.) Pozisyon dağarcığı araştırmak, öğrenmek, çalışmak ve yaratıcılıkla büyür ama yaratıcılık da cesaretle ilgili bir şey. Tayfun'un bazen atış tercihlerinden dolayı eleştirildiğine şahit oluyorum, fakat bu tür oyunculara karşı galibiyet risk almadan kazanılmıyor. Tayfun şu an ilk 10’da, ilk 3’e girinceye dek pek çok deneme-yanılması olacaktır... Ya da Cho'nun zaman zaman yaptığı gibi baştan iyi start alıp ustaları zora sokmak mümkün. Cho'nun mücadele azmi ve gücünün yüksek olduğu da malum, 40-32'den şampiyon olduğunu unutmayalım. (Tayfun dünyada hem geriden gelerek tırnağıyla dişiyle hem de önde götürerek kazanma becerisine sahip nadir oyunculardan.) Velhasıl, Avrupalı üstadlar emekli olduğunda meydan Asya'ya kalacaksa oyunu daha izlenir kılmaları için onları zorlamalı. Yoksa bu monotonlukta devam edeceklerse ve uzun süreli bir “Asya çağı” yaşayacaksa bu spor, bilardonun eskisinden daha 'klas' olmayacağı yönünde şüphelerim var (şimdilik).

12 Haziran 2014 Perşembe

E doğurdum seni, daha ne yapayım, sev beni işte…

Sevmek Zamanı, Metin Erksan, 1965

Var olmanın küre hali… Sevme ve sevilmenin potansiyel ihtimalleri… Sevmek Zamanı… “Sevdim, Sevdim, Sevilmedim…” "Ya sev ya öldür beni..." Marazi sevgi halleri…  Uzmanlık ve itinayla sevilir… Bir şeye gönül bağlamak, varlığın geri kalan sonsuz sayıdaki yüzlerinin her birinin önünde soyut da olsa eğilmeyi getiriyor beraberinde. Çünkü bu reverans, varlığın o yüzü yerine herhangi bir diğeriyle aşk ilişkisi içine girme olasılığı önündeki boyun eğiş. Dolayısıyla, varlığın bütün yüzleri kendisine âşık olunabilme ihtimali ve liyakatine potansiyel olarak sahip. Bu yüzden, zahiren dimdik bir ‘postür’, derinlerde içselleştirilmiş ve tevazuya eğik bir mekanizma barındırıyor olabilir. Bu, zihinsel bir algılayış ve kavrayışla da ilgili.
Diğerleriyle aşk ilişkisi içine girmenin potansiyel ihtimali, “bir gönle iki sevda sığmaz” evrensel kuralına aykırı değil. Sevginin boyutlarının geliştirildikçe keşfedilmesinin yolu, varlığın bir ve daha çok yüzüne sevgi yöneltmekle mümkün. Evet demek istediğim, sevgi öğrenilebilen ve üzerinde mütehassıslaşılabilen bir kurum.
 “Bu keşfin boyutlarının haddi hududu ne kadar?” diye sorulursa cevap sonsuz. Ama zamana tâbi olan insan tarafından bu potansiyel birine doğru ‘daha önce’ kinetize edilebilir. Ama unutulmamalı ki, varlığın diğer yüzleri olan diğer insanlar, hayvanlar veya bitkilere bu güçlü kemendin ‘daha önce’ fırlatılabilmesi teorik olarak hep olasıydı. Ama bu enerji bir hedefe doğru odaklanıp yoğunlaştırıldıktan sonra aslında aynı anda başkalarına da güçlü bir sevgi hissedildiği açıklıkla fark edilir. Buna, iki şeyi sevmek değil; sadece bir küre gibi farz edilebilecek varlığı, döndükçe ortaya çıkan sonsuz diğer yüzleriyle birlikte bütüncül olarak sevmek denebilir. İşte insanın bir bakıma sonluluktan azade olması diye bir şey varsa kaynağı bu sularda belki.
Bu nitelikte bir sevgi durumunda, karşılık, olmazsa olmaz şart diye aranmaz. Sadece enerji gönderilir ve yayılır. Karşılık alınsa da alınmasa da sevgi devam eder. Bu o kişiyi gurursuz da yapmaz, tam tersi, mutlu eder. Varoluşsal öz buradan devşirilir an be an.  
Devasa bir kanyonun kenarına tek başına oturmuş ve ayaklarını uçuruma doğru sarkıtmış bir tanburi hayal edilsin. O nağmeler, ah ü eninler, karşıdan sürekli akis bulur. Kanon gibi… Klasik anlatılardaki Defoe’nun Crusoe’su, İbn-i Tufeyl’in Hayy bin Yekzan’ı gibi. Böyle beslenen birinin sazının telleri, daha pek mızrap darbelerine muhatap olur. O kanyondan akıtılır boşluğa ve uzaya… Peşinen söylemeli, bu aşktan nasibi fazlasıyla tabii ki eşleri ve yakınındakiler alır bu kişilerin. Bununla birlikte, doğuştan gelen sevgi yeteneğinin sanata dönüştürülmüş halleri olan bu sözler, tınılar ve rüzgâr, şarkının anadilini anlamayanlara dahi erişir. Burada sanattan kasıt müzik değil sadece. Sevmenin sanatsallığı. Tüm sanat dallarında olduğu gibi yetenek kâfi değil. Bolca disiplin ve egzersiz gerek. Tekrarlıyorum, onu kimse dinleyemeyecek olsa da, yani o kanyona bir ömür boyu ondan başka hiçbir kişi uğramayacak olsa dahi o şarkısını söylemeye devam edecektir. Çünkü o sevgisini sunmak için illa bir muhatap beklemez. Sevgiyi hiçliğe veriş... 
(Bazı) anne baba veya yârânı tenzih ederek söylüyorum; birçok kişi onların sevgisinden gıdalan(a)maz. Çünkü sevgi zannedilen, başka başka şeyler. Genç sevgililerin sevgiyi bilmemesine dair duyulur bir şeyler de, iddiam bağışlana, birçok anne baba, evlat sevme bilgisinden yoksun. Sevip de göster(e)memekten bahsetmiyorum; evet, çok basit, sevmenin sonsuz bilgisinden az da olsa ders alıp ezber edilmemişlik. Sevgi kelimesinin yerine ikame edilebileceğini düşündüğüm bir hayli kavram, olgu kullanılabilir burada. Birçok ‘sever’in sevgi diye iddia ettiği nevrotik ve marazi sanı...
Azımsanmayacak sayıda ebeveynin daha işin başından dünyaya çocuk getirme motivasyonu problematik. Bazı çocuklar, ebeveynini tekrar ettirmekten başka bir işe yarayamaz. Bazı çocuklarsa, ebeveynlerinin yaşayamadıklarının bizzat tatbik edilme alanları. Kimi, ânı ve kendini ıskalayan ebeveyn de anne babasıyla yaşadığı şeyleri çocuğuyla yineleyerek anne babasını yaşatmaya devam eder. Bazısı hormonların esiri. Oysa anne babalık bekleyen (ama sahiplenilmeyi değil dostluk uman diye vurgulamalı), bir dolu biyolojik olmayan ama aile olunabilecek çocuk var– bu bahs-i diger… Bazı çocuklarsa ­–sevme değil– sevilme ihtiyacının giderildiği araçlardan öte değil. E doğurdum seni daha ne yapayım, sev beni işte… Yarım yamalak sevilip yarım yamalak var olmak… Sevilmekten (varoluştan) şüpheye düşülen her ânın akabinde daha çok titremek üzerine çocuğun (çocuğun saçlarına ak düşse bile); alacak bir şeyler icat etmek ona; var olunduğu zannıyla yaşanacak bir miktar daha müteselli zaman…
Kimisi kaderine müdahale edebileceği bir varlık sevdasında, tanrılık etmeye yeltenmiş. Bu yüzden birçok baba veya ana, otoriteyi tesis ettiğiyle avunurken yaptığı, bir insanın kendi olmasını engellemekten başkası değil. Veya alt benliğini yeniden çocuğunda klonlamaktan başka bir fonksiyon icra etmez o kurumlana, kasıla ifa edilen riyaset.
Sağlıksız, parçalı, yaralı bir kişiliğin çocuğuna bakarken ne gördüğü veya bilincine, bilinçdışına veya ikisinin karışımına yansıyanın ne olduğu merak edilesi. Örneğin bazı hayvanların insanlara bakarken görme proseslerinin nihayetinde ‘kafalarında’ nasıl bir imaj oluştuğunu çok merak ederim. Yani onlar bize bakarken ne görüyorlar? Not: Bu konuda bazı bilimsel araştırmaların da olduğunu söyleyeyim ki zırvaladığım düşünülmeye. (İnanana! J) Velhâsıl, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında kopuk veya kelepçeli bir bilincin izdüşümleri mi görülen? 
Belki de eşini elinde tutabilmenin yegâne yolu çocuk veya ailesine, çevresine yaranabilmesinin. Toplumsal kabul veya statü kaynağı. İşte çocuğumla beraber büyür, olur gider, pişip kavruluruz diye uçuk ütopyalar peşinde olma hali. Kendini, çocuğuyla gerçekleştirme beklentisi içinde olanlar… Ezelî-ebedî yalnızlıkla başa çıkamayış… Anlam üretemeyiş… Ölüm olgusuyla yüzleşmeyiş… Diğer varlıklardan belki en ayırt edici yan, özgür iradenin, karar yetisinin ağırlığını taşıyamayış; çevre itkisiyle, baskısıyla yeni bir varlığa hami/le oluş.
Bazı çocuklar daha rahme düşmeden istenmezler içten içe. Bu belki çocuktan zahiren gizlenebilir ama bilinçdışı bunu basbayağı bilir. Çocuğu anneye bağlayan kordon; sadece kanı değil, bilinci ve bilinçdışını da transfer etmeye yarayan... Bilincin altı veya dışı, zaman zaman çığlıklarıyla kusar bunu bilince doğru; rüyada veya bir öfke nöbetinin hemen öncesinde veya durup dururken…
Ana gibi yâr olmaz ya; sevgili/nişanlı/evli psikolojisine fazla bulanmadım…
Öyleyse hangi hakiki sevgiden gıdalanıyoruz? Kendi sevgimizi, doğal yeteneklerimizi kullanarak kendimiz üretiyor ve geliştiriyoruz. Bir de işte o kanyonun kenarından sevgi soluyup verenlerin esintilerinden nemalanıyoruz belki… Her daim süren oluş ve varoluşun esintileri… Havanın en ağır olduğu, yaprağın kımıldamadığı anlar bile biraz sonra gelecek esintiye hazırlanış...

23 Mayıs 2014 Cuma

İlk Gençliğinde Bir Kurmacaperest Çalçene Pelin




Biraz da ilk gençlik edebiyatı... Sınıflarda alelade espriler ve bayağı şamata, yaratıcı, imajinatif matraklığı bastırır. Yasemin Derya Aka, o harala güreleye karışan zekâyı yakalayıp üzerine gidiyor. Çalçene Pelin ortaokula giden ve yazmayı çok seven bir kız. Anlatacak çok şeyi olduğu için bir blog açıyor internette veya şöyle demek daha doğru: bloğunda okul ahalisine anlatmaya değecek  bir dolu enteresan, tuhaf olaya zemin hazırlıyor. Okulu büyük bir film seti olarak hayalliyor, içten içe senaryoyu yazıyor ve oyuna kendi de katılıyor; doğaçlamanın önünü de kapamıyor, bu bir nevi risk de almak tabii. Bir ara acar muhabirliğe bile soyunan Pelin'in oyundan korktuğunu kim söyledi ki zaten? Bloğunun adı Şaşkın Kurbağa bir kere!

Bazı hikâyelerde üniformalar atılıyor, set tatil bölgelerine taşınıyor; buralarda Pelin'in abisi ve arkadaşları çocukların, birkaç yaş ötedeki gelecekle yaşadıkları iç çatışmaların temsili.

3 kitap boyunca 5 hikâyede, Çalçene Pelin'in yaz arkadaşı Mert'e yazdığı e-postalar veya bloğu üzerinden takip ediyoruz sınıfın tümden gidişatını. Sanal Hayata Merhaba, Sırlar Çözülüyor, Blog Savaşları Başlıyor, Yaz Oyunları, Taş Evde Korkunç Bir Tatil...

Son hikâyede yaşça büyük ama çocukluğundan miras bir 'takıntı'yla hareket eden, Pelin ve arkadaşları için bütün yaratıcılıklarını tüketip üstlerini başlarını paralasalar da çözemeyecekleri bir gerilime sebep olan şapkalı adam, 'küçük' okuru 'korku' türüne hazırlıyor. Hiç de karton olmayan bir 'kötü/lük' bu ilk gençlik öyküsüne, daha ilk sayfada kurulup dozu sona kadar düşürülmeyecek 'tekinsiz' bir atmosfer içinde dâhil edilmiş; bu, çevreyle ve kendiyle yüzleşme kavramı hâlâ içdürtüsel ve flu düzeyde olan ergen okur için daha somut veriler demek. Ayrıca ‘Korkunç Bir Tatil’ ne kadar gotik ‘taş ev’de geçse de şapkalı adamın dededen kalma miras hikâyesi metindeki buralı ve özgün ton.

Çalçene Pelin karakteri, bazen sınırları zorluyor ama Türkiye'ye has, anne babadan veya filmlerdeki-dizilerdeki 'mahalle'den sezinlediği, devşirdiği bir 'saygı-hürmet' kavramına sahip. Bu, onun hem şeytan tüyü hem de anne-babaların, öğretmenlerin yani büyüklerin sınırlarına değmeden (çoğu zaman diyelim) meydanını geniş tutup oyunu sürdürmesini sağlayan kurnazlığı...
Yasemin Derya Aka'nın bazı kolektif kitaplarda çocuk masalları da var -onlar da capcanlı, diri bir çekirdekten boy vermişler, renkler çok net-; Çalçene Pelin ise tek başına kotardığı ilk serisi. Yazarın yazmaya devam ettiğini biliyorum, bu ayakları yere basan neşeye ihtiyaç var...

Çalçene Pelin 1 – Sanal Hayata Merhaba – Sırlar Çözülüyor
Çalçene Pelin 2 – Blog Savaşları Başlıyor – Yaz Oyunları
Çalçene Pelin 3 – Taş Evde Korkunç Bir Tatil

Yazar:
Yasemin Derya Aka
Editör: Rifat Özçöllü
Kitabı Resimleyen: Kemal Yargıcı
Kapak Tasarım: Ferhat Çınar
Iconinn, 2014

15 Mayıs 2014 Perşembe

Paralel Atıf Evrenleri: Şehrazat



Kitap zaman zaman kara roman, yer yer gerilim polisiyeye dönüşüyor. Bir bakışla "pulp fiction" gibi görülse de iç içe geçirilmiş paralel atıf evrenleri seçkin edebiyatla bolca hemhalliğe işaret.

Ömer Ayhan’ın ikinci romanı Şehrazat, The East (İranlı anneden doğma ABD’li yönetmen Batmanglij’nin 2013 yapımı) filmine atıfla “Her şey ya öldü ya da ölüyor” epigrafıyla başlıyor. Bir bölümde Sinema Delisi Kız karakteri, “Prenses Şehrazat Avrupalı olsa geldiği yer pekâlâ Venedik olabilirdi,” diyor. Böylelikle, bir ölçüde Bin Bir Gece Masalları’na ve Hâlit Refiğ’in 1964 yapımı kayıp filmi Şehrazat’ına doğrudan göndermelerle dolu olsa da roman, sadece "Doğu"da değil "Batı"daki yitip giden şeylere de dair bir köşeye yatırmacayla yol alıyor. Ayhan’ın ilk romanı Öldüren Şehir’de de bu gömülmekte olan şeylere dikkat çekmeler vardı.

Roman, kayıp Yeşilçam filmlerini meraklısına ulaştırıp paraya tahvil eden, tam anlamıyla bir "yalnız" Orhan Durmaz, onun Yeşilçam bıçkınlarını andıran ev arkadaşı Nedim, ikisini de baştan çıkaran kendilerinden yaşça büyük Lale Moran, Sinema Delisi Kız Nihan, "ideal" sevgili İlknur, sinema yazarı Asaf Onur ve baba oğul ihtilalci iki subay etrafında dönen bir hikâyeyle ilerliyor.

Ana karakter Orhan Durmaz’a “büyülenirken bir taraftan da büyülemek” gibi bir rol biçilmiş. Yazar da kelimelerle benzer bir ilişki içerisinde. Romanın karakterleri anlatımı paslaşarak üstlendiğinden dil tercihlerinde etkileri çok. Çok farklı dönem ve dünyalara ait kelimeler, bir nevi müsekkin, bir müzik fonu etkisine sahip; hem atıfların bazen baş döndürücülüğü karşısında yatıştırıp intibakı kolaylaştırıyor, bazen de farklı zamanlar ve mekanlar arasında tasavvur ve tahayyül aktarımı sağlayan postacı işlevinde.

Her zihinde bir başka Yeşilçam


Şehrazat’ta başka filmlere ve birkaç edebi esere atıflar var. Bu da aslında bir tercih ve yordam. Her okuyucunun zihninde Yeşilçam’a dair değişik imajinasyon dünyalarının var olduğu önkabulünü yazarın da taşıdığını düşünürsek velud bir algılama çeşitliliğine açık metin. Türk sinemasına verilen bu kültürel kod yüklenici rol, karakterleri bir "bağlam"a sokuyor ve bir roman anlatım biçimine dönüşüyor. Hatta, romandaki karakterler, bu atıf gömlekleriyle (bazen bir piyanist dublörüne bazen bir sihirbaza benzetilerek) çizilirken bir ikilem uç veriyor: O atıf yapılan anlatı karakterlerini biz mi "kurmuşuz" yoksa onlar mı bizi ve bugünkü roman karakterlerimizi "kurmakta"? Romanda üçüncü tekil anlatımı da katarsak Nedim ve yazar Erman Bey’le birlikte üç anlatıcı gözüküyor. Ama postmodern kurmaca okuru lensini takıverdiğimizde, Erman Bey üçüncü ve birinci tekil şahısları da kuşatan bir esas anlatıcı gibi… Hatta Ömer Ayhan, Erman Bey’de içkinleşiyor. “Kurmacayı hayata karşı kutsamak” düsturu var “Erman Bey”in. Her ne kadar, duyduklarından (ki onlar da romanın kahramanları) "gerçek" bir hikaye anlattığını söylese romanın üç kahramanı da –hatta şuh Lale Moran’ı da katalım– zor rastlanır karakterler. Absürdlüklere gönül indirerek ve "normal"leri metin dışında tutarak "alelade"lerle arasına bir mesafe koyuyor sanki Erman Bey. Bu marjinallikler sıradan dünyaya bir tepki ve bir varoluş biçimi ayrıca.

“İlgiye mazhar bir garabet” olan ve “kurmacayı hayata karşı kutsayan” bu karakterler dünyanın oyunsu olduğuyla ilgili kanaatlerini eylemleriyle iyice kristalize ederek kendi kendilerini kurmacalaştırıyorlar. "İkinci" başkahraman Nedim, “doğru şehirde yanlış yüzyılda” yaşıyor. Mekana başka zamanlardan tasavvur ve tahayyül aktarımı halinde çünkü. Eski bir zamanın filmler üzerinden algılanması ve bunun hakikat algısına bulaşması da söz konusu. Gerçekten Nedim ve Orhan gibi erkekler çevrede var mı yoksa onlar da zamanı mekâna taşıyan bir muhayyilenin eseri mi? İkisi de galiba.

Bu şehrin kıyamete kadarki ömür müddeti içerisinde, belki bazı küçücük anlarında –o da serap veya sanrı gibi– rastlanabilecek jestlerin, sözlerin, kişilik tavırlarının sahibi Asaf Onur’un karanlıkta oturması, çeşitli janrlarda pek çok kez karşılaşılan bir olgu. Metindeyse karanlıkla aydınlığın çatışması metaforik bir düzlemde. Bir yerde Asaf Onur, çok özgün bir hikâyeyle kendi açısından izah da ediyor bu meseleyi, sadece sonunu söyleyeyim: “Ben, Asaf Onur, herkesin unuttuğu karanlıklara meftun ihtiyar, ben bu dünyanın basit bir metaforuyum.”

Kitap zaman zaman kara roman, yer yer gerilim polisiyeye dönüşüyor. Bir bakışla "pulp fiction" gibi görülse de iç içe geçirilmiş paralel atıf evrenleri seçkin edebiyatla bolca hemhalliğe işaret. Sadece Yeşilçam fettanlarını değil Hollywood "femme fatale", "vamp" veya "noir" kadınlarını da çağrıştırıyor Lale Moran ve Nihan. Nedim’in sonlara doğru kişiliği boyutlanıyor veya içindeki dürtüler kimlik değiştiriyor. Generali dövmesi, canını tehlikeye atması, kadınlarla bedeni üzerinden hesaplaşmaları… Bunlar, arkadaşı "birinci" kahraman Orhan Durmaz’a karşı borçlu ve suçlu hissetmesinin sonucu kendini cezalandırması veya kefaret psikolojisine de değiyor. Gezi Parkı’ndaki kalabalığın tepkisine ve öfkesine ilişkin yine Nedim’in ağzından akıl yürütmeler yapılıyor. Ayrıca 60 darbesinden sonra görevden el çektirilmiş bir subayın "hezeyanı" nutukları… Yapmayı hayal ettiği darbenin radyo konuşması provalarının film kayıtları… Roman boyunca akıp giden şiddet, –karakterlerden, protestoculara, polise, askere– bir yoksunluğun, iktidarsızlığın telafisi işlevini de üstlenmekte. Ayrıca metinde Orhan ve Nedim’in kadınlarla ilişkileri üzerinden psikanalitik ve patolojik yanları olan bir düzlem daha doğuyor. Bu yalnızca Doğu erkeklerine mi özgü, Şehrazat mitolojik hikayeye atıfla kadınlardan korkuyu mu simgeliyor yoksa kadınları hafifseyen erkekleri mi gibi sorulara yöneltiyor bu düzlem ve boyutlar.

Metin, Türkiye’ye dair siyasal, sanatsal olaylar üzerinden meramını anlatıyor ama temalar ülkelere özgü değişse de bu insanlar pekâlâ dünyanın çeşitli kentlerinde karşımıza çıkabilecek gibi duruyor… Objektifin zum ayarlarında hassas bir denge var, ne çok fazla daralıp yerel detaylara bulanıyor, ne haddinden fazla genişleyip malumatfuruşluk taslıyor. Ömer Ayhan, yazar Erman Bey üzerinden karakterleriyle aynı odada yiyip içip film dahi izlemesiyle yatay bir ilişki kuruyor ve bu zum ayarındaki "rikkatle" dünyanın Doğu ve Batı’daki kentlilerine bir kement sallıyor.

Görsel: Leon Bakst
Not: 13 Mayıs 2014'te www.sabitfikir.com'da yayımlanan yazı. 

1 Mart 2014 Cumartesi

Seni Sevmek İçin Ölmek Mi Lazım?


Birkaç sene önce Radyo Alaturka'da rastladım bu şarkıya ilk kez. Aklımda kalan üç şey vardı yalnızca: Düzenlemedeki tuhaf trafik, marazi bir sevdaya dûçar canhıraş bir kadın vokal ve "sev beni!" nakaratı. Günlerce Google'da "sev beni" arayışlarıma, internetten yüzlerce plak tarayışlarıma rağmen şarkıyı bulamadım. Kamuran Akkor'un sesini ayırt edemeyişimin payı da yüksek tabii muvaffakiyetsizliğimde. 1972 kaydı olduğundan o sert, dumanlı, maskülen tını daha yerleşmemiş sadasına. Belki de bu şarkı onun tekniğinin dönüm noktası… 60 sonlarındaki Sezen Cumhur Önal sözlü pop plaklarıyla çıkışının ardından arabeske yelteneceği sulara girmiştir artık... Unutmadan, bir Akkorumuz daha var, Gönül’lü olan; o ise sertliğin değil icrada kudretin adı olmuştur hep…
Bugün yine aynı radyoda çıktı karşıma. Bunda şaşacak bir şey yok. O dönemin şarkılarını onlardan başka repertuarlarına alacak radyo yok, en azından İstanbul hudutlarında. İşin en çalımlı kısmı, bu şarkıyı –hilafsızdır sözüm– ilk kez aynı koordinatlarda Çengelköy Havuzbaşı'ndan geçerken dinlemiştim. Çengelköy’le Beylerbeyi arasındaki Yalıboyu Caddesi’nin yalılarının duvarlarından çınlıyordu sanki ilk dinlediğimde. Kimsenin dönüp bakmadığı yalılar yakınıyor muydu acep “Sevin Beni!” diye? “Sev Beni Yalıları…” Bu kez Google'daki ‘entry’lerimi şansa bırakmamak için birçok kısmını ezberledim dinlerken. Ve mutlu son! Sait Ergenç’e ait şarkının sözleri ve notaları. Sait Ergenç, Halit Ergenç’in babası. Ben İnsan Değil Miyim?’in de bestecisi. Şehir Tiyatroları’nda da oynamış. Adını araştırıyorum, bulmaya çalışacağım ama; vokal şaşalatan ve harlatan bu performansının akabinde sahne koridorunun iki yamacındaki kadehlerin üstünde alkış çırpan ellerden, eh tabii tedbiran, seğirterek uzaklaşırken, bir ara zurnanın dahi zırtlayıverdiği bu gerilimli şarkıyı bakır üflemelilerle uğurlayan düzenlemeci, sevilmese de severek -hem de kanlı, kıpkırmızı ve tabuttan, kefenlere sarılı haykırarak- delikanlılık vazifesini ifa eden bu müzmin şizofren kahramanı biraz da sarakayla karışık teskin edip pışpışlıyor.   
Seni Sevmek İçin Ölmek mi Lazım?
Seni sevmek için ölmek mi lazım
Kahrından her gece içmek mi lazım
Ağlarım gülemem
İsterim sevemem
Hayatım boşa geçiyor
Sana yâr mı yoksa köle mi lazım
Bana sorsan seni öldürmek lazım

Aşkından ölüyorum
Sonu yok biliyorum
Perişan oldum, perişan oldum

Sev beni, sev beni
Ya sev ya öldür beni
Yıllardır ağlattın
Bir gün de güldür beni, zalim...