Sayfalar

13 Aralık 2014 Cumartesi

“Yalnız ve Hırçın İtalyan”ın Bu Hayattaki “Oyun” Sahnesi Bilardo Mekânları



Dünya Kupası’nın Hurghada/Mısır Ayağına Dair… 


Marco'nun bu hayattaki sahnesi bilardo mekânları. Dünyanın neresinde olursa olsun, seyircisinin karşısına çıkıp "oynuyor". 30 küsur senedir... 52 yaşındaki "oyuncu" bugün kendine şampiyonluk rolünü biçti. Bazen ikinciliği, üçüncülüğü, ilk turda elenmeyi de oynasa son saniyeye kadar rolünün hakkını veriyor. Seyirciyle mücadele de rolünün spontane gelişen bir parçası oldu bugün. (Blomdahl da geçenlerde seyirciyi zapturapt altına alabilmek için karizma ve otoritesini kullanarak bir bakışla "herhangi bir oyuncu değilim"i hatırlatmak gereği duymuştu.) "Yalnız ve hırçın İtalyan", "oyunculuğu" yüzünden bazen eleştiriler de alıyor. Ama eleştirenlerin de "oynamasının" önünde hiçbir engel yok.
***
Kang'a (Dong-Koong) gelirsek, diğer Korelilerden birazcık farklı o, az daha sert, ritmini tutturması çok önemli. Biraz gözü kara bir ritim denebilir belki. Şampiyon olmayı ve büyükleri devirmeyi o pervasızlığıyla başarmıştı. Fakat yarı finalde de (son bölüm hariç) finalde de temkinli ve ürkek oynadı.
***
Semih Saygıner'le ilgili bir iki not: Psikoloji ve beden çalışmalarında "kas hafızası", "duyusal ve duygusal hafıza" diye kavramlar var. Adnan Yüksel başarılı maçların ardından kötü oynayarak veda etti denemez. Bununla birlikte bütünsel olarak psikolojik ve fizyolojik bünyesi eski kondisyonlarını hatırlar gibiydi. Demek ki hazırlıklı gelmiş. (Tayfun'u Blomdahl maçı yordu sanırım. Tam anlayamadım klasik son salvosunu niye yapamadığını.) Semih Saygıner'in de kaslarının ve zihninin hatırlamasını umduğumuz kondisyonlarının ne menem şeyler olduğunu göz önünde bulundurursak bunun rakipleri için pek bir dert olacağı kesin. Tabii hafıza nöronlarının önündeki perdelerin açılabilmesi sık ve bol uyarımla ilgili. Zanetti birkaç yılı bulan durgunluk döneminin ardından ısrarının karşılığını aldı, alıyor; Semih Saygıner usta da "hafıza"nın ilacının tekrar ve ısrar olduğunun hepimizden çok bilincinde.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Kore’deki 3-Bant Bilardo Dünya Şampiyonası ve Mükellef Bir Şampiyon Choi



Genç olgunluk diye bir şey vardır ya hani, Choi'nin kendi atışına hakem sayı vermesine rağmen olmadı deyip Sanchez'i masaya davet etmesi o kabilden. (Tuncay Akay’a olmayan sayıyı kare kare tespit edip cümle âleme ispatladığı için teşekkür.) Biraz da dedikodu: J Bir de Zanetti'yi düşünün, geçen hafta adam çaçaron çaçaron, Sanchez'le kavga etti İsviçre'de. Hayır, hırsını, direncini seviyorum ama bu kez abartmıştı... İyi oldu vallahi, içimin yağı eridi. Tayfun bence kesinlikle sıradan bir oyuncu değil. İstisnasız her maçta o kadar orijinal çözüm(leme)leri oluyor ve bunları öyle rahat icra ediyor ki onun enteresan zekâsının yarısını (Choi hariç) Korelilerin çoğunda görmüyorum. Tamam efendi, disiplinli çocuklar da külliyen 40 sayı triple, turnike, havuz, acem izlerken sıkılıyor insan, ya onlar atarken sıkılmıyor mu?

Hem bunların atası Sang Lee en gözü kara varyeteciydi. Varyeteden kastım apaçık sayı varken maç disiplininden çıkıp artistiğe yeltenmek değil. Oyuncunun müşkül durumların altından yaratıcılığı, pozisyon ve teknik dağarcığıyla kalkabilmesi. Choi’nin olgunluğu hem kişiliğinde hem de oyununda. Bazı çözümleri taştan sıkılan su misali. Zaten karşılığını şampiyonluklarına bir tane daha ekleyerek aldı.

Bilardoyu sıkıcı Asya çağı mı bekliyor?

Bu turnuvada mesela Cho, Caudron'u sürKLASe etti. Öyle mi acep? Istaka her ona geçtiğinde pozisyon tercihim Blomdahl-Tran'a kaçmacacılık yönünde cereyan etti. Tran'ın (Vietnam) oyunu daha göze hoş geliyor bence. Ki Tran'ın “tarihinde” Blomdahl'la yaptığı bir maç vardır, çok geri düşmesine rağmen izleyenlerin ağzını açık bırakmıştır. O günkü maçın ve Tran'ın sonraki numaralarının Türkiye'de az izlendiğini sonra fark ettim. Çünkü Tran Türkiye'ye geldiğinde (Cho şampiyon olmuştu o turnuvada) tribünlerden bir dolu "bu çocuk da kim ya?" sesleri yükseliyordu.

Dikkatinizi çekti mi, bugün Cho zor bir pozisyonla karşılaşıp kısa süre sonra bîçare alt dudağı, üst dudağını örttüğünde Blomdahl o pozisyon için zihninde 2 varyeteyi çoktan elemiş 3.yle 4. arasında açık oturum veya referanduma gitmişti. (Cho sallayıverdi oturdu.) Pozisyon dağarcığı araştırmak, öğrenmek, çalışmak ve yaratıcılıkla büyür ama yaratıcılık da cesaretle ilgili bir şey. Tayfun'un bazen atış tercihlerinden dolayı eleştirildiğine şahit oluyorum, fakat bu tür oyunculara karşı galibiyet risk almadan kazanılmıyor. Tayfun şu an ilk 10’da, ilk 3’e girinceye dek pek çok deneme-yanılması olacaktır... Ya da Cho'nun zaman zaman yaptığı gibi baştan iyi start alıp ustaları zora sokmak mümkün. Cho'nun mücadele azmi ve gücünün yüksek olduğu da malum, 40-32'den şampiyon olduğunu unutmayalım. (Tayfun dünyada hem geriden gelerek tırnağıyla dişiyle hem de önde götürerek kazanma becerisine sahip nadir oyunculardan.) Velhasıl, Avrupalı üstadlar emekli olduğunda meydan Asya'ya kalacaksa oyunu daha izlenir kılmaları için onları zorlamalı. Yoksa bu monotonlukta devam edeceklerse ve uzun süreli bir “Asya çağı” yaşayacaksa bu spor, bilardonun eskisinden daha 'klas' olmayacağı yönünde şüphelerim var (şimdilik).

12 Haziran 2014 Perşembe

E doğurdum seni, daha ne yapayım, sev beni işte…

Sevmek Zamanı, Metin Erksan, 1965

Var olmanın küre hali… Sevme ve sevilmenin potansiyel ihtimalleri… Sevmek Zamanı… “Sevdim, Sevdim, Sevilmedim…” "Ya sev ya öldür beni..." Marazi sevgi halleri…  Uzmanlık ve itinayla sevilir… Bir şeye gönül bağlamak, varlığın geri kalan sonsuz sayıdaki yüzlerinin her birinin önünde soyut da olsa eğilmeyi getiriyor beraberinde. Çünkü bu reverans, varlığın o yüzü yerine herhangi bir diğeriyle aşk ilişkisi içine girme olasılığı önündeki boyun eğiş. Dolayısıyla, varlığın bütün yüzleri kendisine âşık olunabilme ihtimali ve liyakatine potansiyel olarak sahip. Bu yüzden, zahiren dimdik bir ‘postür’, derinlerde içselleştirilmiş ve tevazuya eğik bir mekanizma barındırıyor olabilir. Bu, zihinsel bir algılayış ve kavrayışla da ilgili.
Diğerleriyle aşk ilişkisi içine girmenin potansiyel ihtimali, “bir gönle iki sevda sığmaz” evrensel kuralına aykırı değil. Sevginin boyutlarının geliştirildikçe keşfedilmesinin yolu, varlığın bir ve daha çok yüzüne sevgi yöneltmekle mümkün. Evet demek istediğim, sevgi öğrenilebilen ve üzerinde mütehassıslaşılabilen bir kurum.
 “Bu keşfin boyutlarının haddi hududu ne kadar?” diye sorulursa cevap sonsuz. Ama zamana tâbi olan insan tarafından bu potansiyel birine doğru ‘daha önce’ kinetize edilebilir. Ama unutulmamalı ki, varlığın diğer yüzleri olan diğer insanlar, hayvanlar veya bitkilere bu güçlü kemendin ‘daha önce’ fırlatılabilmesi teorik olarak hep olasıydı. Ama bu enerji bir hedefe doğru odaklanıp yoğunlaştırıldıktan sonra aslında aynı anda başkalarına da güçlü bir sevgi hissedildiği açıklıkla fark edilir. Buna, iki şeyi sevmek değil; sadece bir küre gibi farz edilebilecek varlığı, döndükçe ortaya çıkan sonsuz diğer yüzleriyle birlikte bütüncül olarak sevmek denebilir. İşte insanın bir bakıma sonluluktan azade olması diye bir şey varsa kaynağı bu sularda belki.
Bu nitelikte bir sevgi durumunda, karşılık, olmazsa olmaz şart diye aranmaz. Sadece enerji gönderilir ve yayılır. Karşılık alınsa da alınmasa da sevgi devam eder. Bu o kişiyi gurursuz da yapmaz, tam tersi, mutlu eder. Varoluşsal öz buradan devşirilir an be an.  
Devasa bir kanyonun kenarına tek başına oturmuş ve ayaklarını uçuruma doğru sarkıtmış bir tanburi hayal edilsin. O nağmeler, ah ü eninler, karşıdan sürekli akis bulur. Kanon gibi… Klasik anlatılardaki Defoe’nun Crusoe’su, İbn-i Tufeyl’in Hayy bin Yekzan’ı gibi. Böyle beslenen birinin sazının telleri, daha pek mızrap darbelerine muhatap olur. O kanyondan akıtılır boşluğa ve uzaya… Peşinen söylemeli, bu aşktan nasibi fazlasıyla tabii ki eşleri ve yakınındakiler alır bu kişilerin. Bununla birlikte, doğuştan gelen sevgi yeteneğinin sanata dönüştürülmüş halleri olan bu sözler, tınılar ve rüzgâr, şarkının anadilini anlamayanlara dahi erişir. Burada sanattan kasıt müzik değil sadece. Sevmenin sanatsallığı. Tüm sanat dallarında olduğu gibi yetenek kâfi değil. Bolca disiplin ve egzersiz gerek. Tekrarlıyorum, onu kimse dinleyemeyecek olsa da, yani o kanyona bir ömür boyu ondan başka hiçbir kişi uğramayacak olsa dahi o şarkısını söylemeye devam edecektir. Çünkü o sevgisini sunmak için illa bir muhatap beklemez. Sevgiyi hiçliğe veriş... 
(Bazı) anne baba veya yârânı tenzih ederek söylüyorum; birçok kişi onların sevgisinden gıdalan(a)maz. Çünkü sevgi zannedilen, başka başka şeyler. Genç sevgililerin sevgiyi bilmemesine dair duyulur bir şeyler de, iddiam bağışlana, birçok anne baba, evlat sevme bilgisinden yoksun. Sevip de göster(e)memekten bahsetmiyorum; evet, çok basit, sevmenin sonsuz bilgisinden az da olsa ders alıp ezber edilmemişlik. Sevgi kelimesinin yerine ikame edilebileceğini düşündüğüm bir hayli kavram, olgu kullanılabilir burada. Birçok ‘sever’in sevgi diye iddia ettiği nevrotik ve marazi sanı...
Azımsanmayacak sayıda ebeveynin daha işin başından dünyaya çocuk getirme motivasyonu problematik. Bazı çocuklar, ebeveynini tekrar ettirmekten başka bir işe yarayamaz. Bazı çocuklarsa, ebeveynlerinin yaşayamadıklarının bizzat tatbik edilme alanları. Kimi, ânı ve kendini ıskalayan ebeveyn de anne babasıyla yaşadığı şeyleri çocuğuyla yineleyerek anne babasını yaşatmaya devam eder. Bazısı hormonların esiri. Oysa anne babalık bekleyen (ama sahiplenilmeyi değil dostluk uman diye vurgulamalı), bir dolu biyolojik olmayan ama aile olunabilecek çocuk var– bu bahs-i diger… Bazı çocuklarsa ­–sevme değil– sevilme ihtiyacının giderildiği araçlardan öte değil. E doğurdum seni daha ne yapayım, sev beni işte… Yarım yamalak sevilip yarım yamalak var olmak… Sevilmekten (varoluştan) şüpheye düşülen her ânın akabinde daha çok titremek üzerine çocuğun (çocuğun saçlarına ak düşse bile); alacak bir şeyler icat etmek ona; var olunduğu zannıyla yaşanacak bir miktar daha müteselli zaman…
Kimisi kaderine müdahale edebileceği bir varlık sevdasında, tanrılık etmeye yeltenmiş. Bu yüzden birçok baba veya ana, otoriteyi tesis ettiğiyle avunurken yaptığı, bir insanın kendi olmasını engellemekten başkası değil. Veya alt benliğini yeniden çocuğunda klonlamaktan başka bir fonksiyon icra etmez o kurumlana, kasıla ifa edilen riyaset.
Sağlıksız, parçalı, yaralı bir kişiliğin çocuğuna bakarken ne gördüğü veya bilincine, bilinçdışına veya ikisinin karışımına yansıyanın ne olduğu merak edilesi. Örneğin bazı hayvanların insanlara bakarken görme proseslerinin nihayetinde ‘kafalarında’ nasıl bir imaj oluştuğunu çok merak ederim. Yani onlar bize bakarken ne görüyorlar? Not: Bu konuda bazı bilimsel araştırmaların da olduğunu söyleyeyim ki zırvaladığım düşünülmeye. (İnanana! J) Velhâsıl, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında kopuk veya kelepçeli bir bilincin izdüşümleri mi görülen? 
Belki de eşini elinde tutabilmenin yegâne yolu çocuk veya ailesine, çevresine yaranabilmesinin. Toplumsal kabul veya statü kaynağı. İşte çocuğumla beraber büyür, olur gider, pişip kavruluruz diye uçuk ütopyalar peşinde olma hali. Kendini, çocuğuyla gerçekleştirme beklentisi içinde olanlar… Ezelî-ebedî yalnızlıkla başa çıkamayış… Anlam üretemeyiş… Ölüm olgusuyla yüzleşmeyiş… Diğer varlıklardan belki en ayırt edici yan, özgür iradenin, karar yetisinin ağırlığını taşıyamayış; çevre itkisiyle, baskısıyla yeni bir varlığa hami/le oluş.
Bazı çocuklar daha rahme düşmeden istenmezler içten içe. Bu belki çocuktan zahiren gizlenebilir ama bilinçdışı bunu basbayağı bilir. Çocuğu anneye bağlayan kordon; sadece kanı değil, bilinci ve bilinçdışını da transfer etmeye yarayan... Bilincin altı veya dışı, zaman zaman çığlıklarıyla kusar bunu bilince doğru; rüyada veya bir öfke nöbetinin hemen öncesinde veya durup dururken…
Ana gibi yâr olmaz ya; sevgili/nişanlı/evli psikolojisine fazla bulanmadım…
Öyleyse hangi hakiki sevgiden gıdalanıyoruz? Kendi sevgimizi, doğal yeteneklerimizi kullanarak kendimiz üretiyor ve geliştiriyoruz. Bir de işte o kanyonun kenarından sevgi soluyup verenlerin esintilerinden nemalanıyoruz belki… Her daim süren oluş ve varoluşun esintileri… Havanın en ağır olduğu, yaprağın kımıldamadığı anlar bile biraz sonra gelecek esintiye hazırlanış...

23 Mayıs 2014 Cuma

İlk Gençliğinde Bir Kurmacaperest Çalçene Pelin




Biraz da ilk gençlik edebiyatı... Sınıflarda alelade espriler ve bayağı şamata, yaratıcı, imajinatif matraklığı bastırır. Yasemin Derya Aka, o harala güreleye karışan zekâyı yakalayıp üzerine gidiyor. Çalçene Pelin ortaokula giden ve yazmayı çok seven bir kız. Anlatacak çok şeyi olduğu için bir blog açıyor internette veya şöyle demek daha doğru: bloğunda okul ahalisine anlatmaya değecek  bir dolu enteresan, tuhaf olaya zemin hazırlıyor. Okulu büyük bir film seti olarak hayalliyor, içten içe senaryoyu yazıyor ve oyuna kendi de katılıyor; doğaçlamanın önünü de kapamıyor, bu bir nevi risk de almak tabii. Bir ara acar muhabirliğe bile soyunan Pelin'in oyundan korktuğunu kim söyledi ki zaten? Bloğunun adı Şaşkın Kurbağa bir kere!

Bazı hikâyelerde üniformalar atılıyor, set tatil bölgelerine taşınıyor; buralarda Pelin'in abisi ve arkadaşları çocukların, birkaç yaş ötedeki gelecekle yaşadıkları iç çatışmaların temsili.

3 kitap boyunca 5 hikâyede, Çalçene Pelin'in yaz arkadaşı Mert'e yazdığı e-postalar veya bloğu üzerinden takip ediyoruz sınıfın tümden gidişatını. Sanal Hayata Merhaba, Sırlar Çözülüyor, Blog Savaşları Başlıyor, Yaz Oyunları, Taş Evde Korkunç Bir Tatil...

Son hikâyede yaşça büyük ama çocukluğundan miras bir 'takıntı'yla hareket eden, Pelin ve arkadaşları için bütün yaratıcılıklarını tüketip üstlerini başlarını paralasalar da çözemeyecekleri bir gerilime sebep olan şapkalı adam, 'küçük' okuru 'korku' türüne hazırlıyor. Hiç de karton olmayan bir 'kötü/lük' bu ilk gençlik öyküsüne, daha ilk sayfada kurulup dozu sona kadar düşürülmeyecek 'tekinsiz' bir atmosfer içinde dâhil edilmiş; bu, çevreyle ve kendiyle yüzleşme kavramı hâlâ içdürtüsel ve flu düzeyde olan ergen okur için daha somut veriler demek. Ayrıca ‘Korkunç Bir Tatil’ ne kadar gotik ‘taş ev’de geçse de şapkalı adamın dededen kalma miras hikâyesi metindeki buralı ve özgün ton.

Çalçene Pelin karakteri, bazen sınırları zorluyor ama Türkiye'ye has, anne babadan veya filmlerdeki-dizilerdeki 'mahalle'den sezinlediği, devşirdiği bir 'saygı-hürmet' kavramına sahip. Bu, onun hem şeytan tüyü hem de anne-babaların, öğretmenlerin yani büyüklerin sınırlarına değmeden (çoğu zaman diyelim) meydanını geniş tutup oyunu sürdürmesini sağlayan kurnazlığı...
Yasemin Derya Aka'nın bazı kolektif kitaplarda çocuk masalları da var -onlar da capcanlı, diri bir çekirdekten boy vermişler, renkler çok net-; Çalçene Pelin ise tek başına kotardığı ilk serisi. Yazarın yazmaya devam ettiğini biliyorum, bu ayakları yere basan neşeye ihtiyaç var...

Çalçene Pelin 1 – Sanal Hayata Merhaba – Sırlar Çözülüyor
Çalçene Pelin 2 – Blog Savaşları Başlıyor – Yaz Oyunları
Çalçene Pelin 3 – Taş Evde Korkunç Bir Tatil

Yazar:
Yasemin Derya Aka
Editör: Rifat Özçöllü
Kitabı Resimleyen: Kemal Yargıcı
Kapak Tasarım: Ferhat Çınar
Iconinn, 2014

15 Mayıs 2014 Perşembe

Paralel Atıf Evrenleri: Şehrazat



Kitap zaman zaman kara roman, yer yer gerilim polisiyeye dönüşüyor. Bir bakışla "pulp fiction" gibi görülse de iç içe geçirilmiş paralel atıf evrenleri seçkin edebiyatla bolca hemhalliğe işaret.

Ömer Ayhan’ın ikinci romanı Şehrazat, The East (İranlı anneden doğma ABD’li yönetmen Batmanglij’nin 2013 yapımı) filmine atıfla “Her şey ya öldü ya da ölüyor” epigrafıyla başlıyor. Bir bölümde Sinema Delisi Kız karakteri, “Prenses Şehrazat Avrupalı olsa geldiği yer pekâlâ Venedik olabilirdi,” diyor. Böylelikle, bir ölçüde Bin Bir Gece Masalları’na ve Hâlit Refiğ’in 1964 yapımı kayıp filmi Şehrazat’ına doğrudan göndermelerle dolu olsa da roman, sadece "Doğu"da değil "Batı"daki yitip giden şeylere de dair bir köşeye yatırmacayla yol alıyor. Ayhan’ın ilk romanı Öldüren Şehir’de de bu gömülmekte olan şeylere dikkat çekmeler vardı.

Roman, kayıp Yeşilçam filmlerini meraklısına ulaştırıp paraya tahvil eden, tam anlamıyla bir "yalnız" Orhan Durmaz, onun Yeşilçam bıçkınlarını andıran ev arkadaşı Nedim, ikisini de baştan çıkaran kendilerinden yaşça büyük Lale Moran, Sinema Delisi Kız Nihan, "ideal" sevgili İlknur, sinema yazarı Asaf Onur ve baba oğul ihtilalci iki subay etrafında dönen bir hikâyeyle ilerliyor.

Ana karakter Orhan Durmaz’a “büyülenirken bir taraftan da büyülemek” gibi bir rol biçilmiş. Yazar da kelimelerle benzer bir ilişki içerisinde. Romanın karakterleri anlatımı paslaşarak üstlendiğinden dil tercihlerinde etkileri çok. Çok farklı dönem ve dünyalara ait kelimeler, bir nevi müsekkin, bir müzik fonu etkisine sahip; hem atıfların bazen baş döndürücülüğü karşısında yatıştırıp intibakı kolaylaştırıyor, bazen de farklı zamanlar ve mekanlar arasında tasavvur ve tahayyül aktarımı sağlayan postacı işlevinde.

Her zihinde bir başka Yeşilçam


Şehrazat’ta başka filmlere ve birkaç edebi esere atıflar var. Bu da aslında bir tercih ve yordam. Her okuyucunun zihninde Yeşilçam’a dair değişik imajinasyon dünyalarının var olduğu önkabulünü yazarın da taşıdığını düşünürsek velud bir algılama çeşitliliğine açık metin. Türk sinemasına verilen bu kültürel kod yüklenici rol, karakterleri bir "bağlam"a sokuyor ve bir roman anlatım biçimine dönüşüyor. Hatta, romandaki karakterler, bu atıf gömlekleriyle (bazen bir piyanist dublörüne bazen bir sihirbaza benzetilerek) çizilirken bir ikilem uç veriyor: O atıf yapılan anlatı karakterlerini biz mi "kurmuşuz" yoksa onlar mı bizi ve bugünkü roman karakterlerimizi "kurmakta"? Romanda üçüncü tekil anlatımı da katarsak Nedim ve yazar Erman Bey’le birlikte üç anlatıcı gözüküyor. Ama postmodern kurmaca okuru lensini takıverdiğimizde, Erman Bey üçüncü ve birinci tekil şahısları da kuşatan bir esas anlatıcı gibi… Hatta Ömer Ayhan, Erman Bey’de içkinleşiyor. “Kurmacayı hayata karşı kutsamak” düsturu var “Erman Bey”in. Her ne kadar, duyduklarından (ki onlar da romanın kahramanları) "gerçek" bir hikaye anlattığını söylese romanın üç kahramanı da –hatta şuh Lale Moran’ı da katalım– zor rastlanır karakterler. Absürdlüklere gönül indirerek ve "normal"leri metin dışında tutarak "alelade"lerle arasına bir mesafe koyuyor sanki Erman Bey. Bu marjinallikler sıradan dünyaya bir tepki ve bir varoluş biçimi ayrıca.

“İlgiye mazhar bir garabet” olan ve “kurmacayı hayata karşı kutsayan” bu karakterler dünyanın oyunsu olduğuyla ilgili kanaatlerini eylemleriyle iyice kristalize ederek kendi kendilerini kurmacalaştırıyorlar. "İkinci" başkahraman Nedim, “doğru şehirde yanlış yüzyılda” yaşıyor. Mekana başka zamanlardan tasavvur ve tahayyül aktarımı halinde çünkü. Eski bir zamanın filmler üzerinden algılanması ve bunun hakikat algısına bulaşması da söz konusu. Gerçekten Nedim ve Orhan gibi erkekler çevrede var mı yoksa onlar da zamanı mekâna taşıyan bir muhayyilenin eseri mi? İkisi de galiba.

Bu şehrin kıyamete kadarki ömür müddeti içerisinde, belki bazı küçücük anlarında –o da serap veya sanrı gibi– rastlanabilecek jestlerin, sözlerin, kişilik tavırlarının sahibi Asaf Onur’un karanlıkta oturması, çeşitli janrlarda pek çok kez karşılaşılan bir olgu. Metindeyse karanlıkla aydınlığın çatışması metaforik bir düzlemde. Bir yerde Asaf Onur, çok özgün bir hikâyeyle kendi açısından izah da ediyor bu meseleyi, sadece sonunu söyleyeyim: “Ben, Asaf Onur, herkesin unuttuğu karanlıklara meftun ihtiyar, ben bu dünyanın basit bir metaforuyum.”

Kitap zaman zaman kara roman, yer yer gerilim polisiyeye dönüşüyor. Bir bakışla "pulp fiction" gibi görülse de iç içe geçirilmiş paralel atıf evrenleri seçkin edebiyatla bolca hemhalliğe işaret. Sadece Yeşilçam fettanlarını değil Hollywood "femme fatale", "vamp" veya "noir" kadınlarını da çağrıştırıyor Lale Moran ve Nihan. Nedim’in sonlara doğru kişiliği boyutlanıyor veya içindeki dürtüler kimlik değiştiriyor. Generali dövmesi, canını tehlikeye atması, kadınlarla bedeni üzerinden hesaplaşmaları… Bunlar, arkadaşı "birinci" kahraman Orhan Durmaz’a karşı borçlu ve suçlu hissetmesinin sonucu kendini cezalandırması veya kefaret psikolojisine de değiyor. Gezi Parkı’ndaki kalabalığın tepkisine ve öfkesine ilişkin yine Nedim’in ağzından akıl yürütmeler yapılıyor. Ayrıca 60 darbesinden sonra görevden el çektirilmiş bir subayın "hezeyanı" nutukları… Yapmayı hayal ettiği darbenin radyo konuşması provalarının film kayıtları… Roman boyunca akıp giden şiddet, –karakterlerden, protestoculara, polise, askere– bir yoksunluğun, iktidarsızlığın telafisi işlevini de üstlenmekte. Ayrıca metinde Orhan ve Nedim’in kadınlarla ilişkileri üzerinden psikanalitik ve patolojik yanları olan bir düzlem daha doğuyor. Bu yalnızca Doğu erkeklerine mi özgü, Şehrazat mitolojik hikayeye atıfla kadınlardan korkuyu mu simgeliyor yoksa kadınları hafifseyen erkekleri mi gibi sorulara yöneltiyor bu düzlem ve boyutlar.

Metin, Türkiye’ye dair siyasal, sanatsal olaylar üzerinden meramını anlatıyor ama temalar ülkelere özgü değişse de bu insanlar pekâlâ dünyanın çeşitli kentlerinde karşımıza çıkabilecek gibi duruyor… Objektifin zum ayarlarında hassas bir denge var, ne çok fazla daralıp yerel detaylara bulanıyor, ne haddinden fazla genişleyip malumatfuruşluk taslıyor. Ömer Ayhan, yazar Erman Bey üzerinden karakterleriyle aynı odada yiyip içip film dahi izlemesiyle yatay bir ilişki kuruyor ve bu zum ayarındaki "rikkatle" dünyanın Doğu ve Batı’daki kentlilerine bir kement sallıyor.

Görsel: Leon Bakst
Not: 13 Mayıs 2014'te www.sabitfikir.com'da yayımlanan yazı. 

1 Mart 2014 Cumartesi

Seni Sevmek İçin Ölmek Mi Lazım?


Birkaç sene önce Radyo Alaturka'da rastladım bu şarkıya ilk kez. Aklımda kalan üç şey vardı yalnızca: Düzenlemedeki tuhaf trafik, marazi bir sevdaya dûçar canhıraş bir kadın vokal ve "sev beni!" nakaratı. Günlerce Google'da "sev beni" arayışlarıma, internetten yüzlerce plak tarayışlarıma rağmen şarkıyı bulamadım. Kamuran Akkor'un sesini ayırt edemeyişimin payı da yüksek tabii muvaffakiyetsizliğimde. 1972 kaydı olduğundan o sert, dumanlı, maskülen tını daha yerleşmemiş sadasına. Belki de bu şarkı onun tekniğinin dönüm noktası… 60 sonlarındaki Sezen Cumhur Önal sözlü pop plaklarıyla çıkışının ardından arabeske yelteneceği sulara girmiştir artık... Unutmadan, bir Akkorumuz daha var, Gönül’lü olan; o ise sertliğin değil icrada kudretin adı olmuştur hep…
Bugün yine aynı radyoda çıktı karşıma. Bunda şaşacak bir şey yok. O dönemin şarkılarını onlardan başka repertuarlarına alacak radyo yok, en azından İstanbul hudutlarında. İşin en çalımlı kısmı, bu şarkıyı –hilafsızdır sözüm– ilk kez aynı koordinatlarda Çengelköy Havuzbaşı'ndan geçerken dinlemiştim. Çengelköy’le Beylerbeyi arasındaki Yalıboyu Caddesi’nin yalılarının duvarlarından çınlıyordu sanki ilk dinlediğimde. Kimsenin dönüp bakmadığı yalılar yakınıyor muydu acep “Sevin Beni!” diye? “Sev Beni Yalıları…” Bu kez Google'daki ‘entry’lerimi şansa bırakmamak için birçok kısmını ezberledim dinlerken. Ve mutlu son! Sait Ergenç’e ait şarkının sözleri ve notaları. Sait Ergenç, Halit Ergenç’in babası. Ben İnsan Değil Miyim?’in de bestecisi. Şehir Tiyatroları’nda da oynamış. Adını araştırıyorum, bulmaya çalışacağım ama; vokal şaşalatan ve harlatan bu performansının akabinde sahne koridorunun iki yamacındaki kadehlerin üstünde alkış çırpan ellerden, eh tabii tedbiran, seğirterek uzaklaşırken, bir ara zurnanın dahi zırtlayıverdiği bu gerilimli şarkıyı bakır üflemelilerle uğurlayan düzenlemeci, sevilmese de severek -hem de kanlı, kıpkırmızı ve tabuttan, kefenlere sarılı haykırarak- delikanlılık vazifesini ifa eden bu müzmin şizofren kahramanı biraz da sarakayla karışık teskin edip pışpışlıyor.   
Seni Sevmek İçin Ölmek mi Lazım?
Seni sevmek için ölmek mi lazım
Kahrından her gece içmek mi lazım
Ağlarım gülemem
İsterim sevemem
Hayatım boşa geçiyor
Sana yâr mı yoksa köle mi lazım
Bana sorsan seni öldürmek lazım

Aşkından ölüyorum
Sonu yok biliyorum
Perişan oldum, perişan oldum

Sev beni, sev beni
Ya sev ya öldür beni
Yıllardır ağlattın
Bir gün de güldür beni, zalim...