Sayfalar

spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2022 Cumartesi

Bilardoda (Milli) Takım Dinamikleri


Tayfun Usta ve "Can Savaşçı"mıza minnet! Bu sportif milli başarılar bize moralin ötesinde bir tür hayat motivasyonu vermiştir hep. 2002'de ekonomik kriz tehdidini hissettiriyorken, futboldaki dünya üçüncülüğü bize can suyu olmuştu.
Motivasyon derken: Usta, Sanchez'i 16 ıstakada yenerken sadece İspanya Milli Takımı'na büyük bir darbe indirmekle kalmadı, Legazpi’yi yenmek için Can’ın (zaten içinde var olan) cesaretini bulup çıkartmasını da sağladı. Turnuvanın favori “ikinci adam”ı gösterilen Legazpi, takımının “birinci adamı” havlu atınca oyundan düştü de denebilir. Ancak Can öyle bir silkindi ki (çeyrekte rövanşı alsa da grup maçlarında Jacop Sorensen’e yenildiğini ve Türkiye’nin “zayıf halkası” şeklindeki yorumların yarattığı baskıyı da hesaba katın) final maçında hem sorumluluk ve inisiyatif bayrağını devraldı hem de yorgunluk emareleri veren Usta’yı diriltene dek savaştı. (Çok kıymetli Van Manen, uzaktan çok tanımıyor olabilir Can’ı ama ben hiç şaşırmadım buna, zaman zaman pozisyon oyunundan taviz verse de, savaşçılığından hiç taviz vermediğini biliyorum. Ve bir diğer savaşçı Lütfi Usta’nın “mesaj kutusu”na verdiği tepkileri de son derece haklı buluyorum. Öncümüz Saygıner’in açtığı yolda biz bir ekol ülkeyiz, seyircilerimiz de üsluplarıyla oyuncularımızın gerisinde kalmamalı.) Ve Can, cevval Kolombiyalı Catano’ya “bugün sana masa dar, hadi gel seni seyirci sandalyesine alalım” dedikten sonra Tayfun Usta yorgunluğuna rağmen klasını yine gösterdi ve bu kez de Can’ın içinden gözyaşları çıktı geldi. Tayfun Usta Dünya Kupası’nda Sanchez maçında 40’ı geçtikten sonra (43-11’di skor!) yaptığı gibi, son sayıyı o kadar bekleyecek lüksü olmadığını biliyordu bu kez. Ama böylesi bir efor, turnuvanın son günü de olduğu düşünülürse, hem mental hem fiziksel bir yorgunluğa yol açtı muhtemelen. Belki de Can’ın ateşi aldığını fark etti ve bu sefer de o Can’ın arkasına takıldı. Yani özetle, cesaret, özveri, inisiyatif alma, sorumluluk üstlenme, iki oyuncu arasında sürekli değişen lokomotif-arka vagon denklemi gibi dinamikleri iyi işleten Milli Takım 6. dünya şampiyonluğunu göğüslemiş oldu.
Not: Özellikle Catano ve Garcia oyunlarıyla, Murat Naci Usta’nın yıllar önce kırdığı zincirlere takılıyorlar gibi. Güney Kore seviyesinde bir ekonomileri yok ve devlet destekleri ne derecede bilmiyorum ama ülkelerinde çok salon olduğunu ve bilardonun çok sevildiğini biliyorum, dolayısıyla Kolombiya’dan da şampiyon çıkabilir birkaç sene içinde. Dolayısıyla 3 bant bilardonun globalleşmesi yolunda Asya’dan sonra Güney Amerika’yla birlikte eksik parçalar tamamlanmaya devam edecek. (Umarım Siyah Afrika’dan da oyuncular çıkacak bir gün bilardo sahnesine.) Ve de ne güzel olacak böyle bir şey, hatta bir gün olimpiyat branşı haline gelecek, kim bilir?

25 Şubat 2022 Cuma

"Avrupa'dan Alttan Oyuncu Gelmiyor" Savı Çürüyor!

  

Ronny Lindemann


Ankara'daki 2022 Dünya Kupası 1. Etabı "Avrupa'da alttan oyuncu gelmiyor" savının çürüdüğü bir turnuva oldu. (Şimdi sayacağım oyuncular için "alttan" çok problemli bir ifade ama o ifade bana ait değil zaten:) Hem de sözleşmişçesine Belçika (Peter Ceulemans), Hollanda (Jorissen, Van Erp, Van Beers), İspanya (Montes; Sanchez harici hepten "alttan" kabul edildiği için Legazpi de diyenler olacaktır ama dünya ikincisi olmuş adama da "alttan" denmez, ayıp:), Almanya (Ronny Lindemann), Danimarka (Nelin, onun da dünya şampiyonası finali var:) ve İsveç (Nilsson, daha geçen hafta Avrupa Milli Takımlar Şampiyonu olan kadronun "alttan" birinci oyuncusu:) el ele verip Kore'nin bilardonun geleceğini ipotek altına alma planlarını suya düşürdüler.
Bilardo öz yurdu Avrupa'da "garip" kalmadı yani:) Gerçi Kim, Tran ve Heo hâlâ hayatta. Yürü bre Asya! Bir de yanıp tutuşan bir Kolombiyalımız Jose (son 32 turunun da birincisidir kendileri) ve janti Mısırlımız Sidhom var (Mısır toprağının çoğu Afrika'da bu arada!). Bizim üstatlar bu kıtalar savaşında bugün arada mı kaldı acaba:(( Biz yine köprü ülkemizi (ne kral salonumuz var be, Van Manen bugün yayınlarda methede ede bitiremedi) ve onun "yalnız ve güzel" temsilcisi Tayfun Ustamızı desteklemeye devam!

12 Aralık 2021 Pazar

Bilardonun Seyrini Artıran Kurallar ve Yayınlar

Türkiye Bilardo Federasyonu Başkanı Ersan Ercan masa başında!

Tebrikler Murat abi! Göz kamaştırıcı ve ne yazık ki göz yaşartıcı bir turnuva performansı. Bize harika bir final seyri yaşattı. Jaspers elinden zor sıyrıldı. Bu düzeyde hâlâ gelişim göstermek, hâlâ tırmanmak alttan gelenler için bir örnekliktir. Nokta. Pek çok kez birincilik kürsüsüne çıktı elbette ama bu tarihsel şampiyona bir prestij anlamını taşıyor ve dilerim hak ettiği bu apoleti bir gün göreceğiz omzunda.

Yeni uygulamalara dair görüşler: Yıllar evvelki AGIPI turnuvalarındaki 50 hedefine dönülmesi, penaltıdan vazgeçilmesi ve 5 uzatma hakkıyla 30 saniye kuralı seyir açısından çok daha oturaklı bir görünüm arz ediyor. Belki penaltılar başka bir "adrenalin" unsuruydu ama seyri dağınıklaştırıyordu. Bazen oyuncunun odağını da dağıtan bir unsurdu, 40 veya 50'lik ana yemeğe odaklanmayı değil de sanki ikinci bir mini maç havasındaki penaltı düellosuna dikkatleri kaydırıyordu.

30 saniye, biz seyirciler için biraz bencilce bir zevk ama:) oyuncuların bu koşuşturması:) gerilimi ve seyri artırıyor. 40 hedefine gelirsek; oyuncuların karot çözme ve seri bilgilerinin genişlemesi, masa ve ıstaka teknolojisinin gelişmesi, Tüzül Hoca gibi teorisyenler sayesinde hesap repertuarının büyümesi, ödüllerin daha motive edici hale gelmesi gibi sebeplerden genel ortalamalar yükselmişti. Neredeyse her turnuvada 10 ıstaka altı en az bir maç kesindi. Fakat bu maçlar "one man show"a dönüşüyordu. Geri dönüşler mutlaka vardı; fakat 50'lik akışta 25, 30 ve 40 olmak üzere kritik psikolojik eşik sayısı üçe çıkıyor (hatta 45 de eklenebilir). Ve bu, Çenet, Jaspers gibi geri dönüş oyuncuları masadayken mızrakların en az 3 kez çarpışacağı anlamına geliyor. (Diğerleri de az inatçı değil fakat bu saydıklarımın temel karakteristiği bu; örneğin Taşdemir'i niye anmadın denecekse bana göre onun birincil karakteristiği maçın her anında pozisyon oyunundan çıkmayan bir "bilgeliğe" sahip olması. Bilgelik illa ihtiyar mesleği değil. Napiyim onun da kaderine bu düşmüş:)

Penaltı olmayınca aso vuruşu çok önem kazanıyor diyenler olacaktır. Bu da bilardonun kaderi ve istisnalar hariç bu telafi edilemez bir şey değil. Nitekim asoda 20 sayı alınmıyor mu, e alınıyor hem de dünyanın en "tutarsız" oyuncularından biri tarafından ama 25-3'ten sonra bile Sensei serinkanlı ve inançla yanaşırken bence daha inanılmazı oldu, Horn kitap gibi bir sağlamlıkla oynamaya başladı. Gerçi her sene böyle bir-iki maç oynamak da bir tür tutarlılık.:)) (Horn, bu espriyi her turnuvaya gelmediği için bir sitem olarak algılasın:) O da Taşdemir'e denk geldi.

Son not: Mısır'daki yayınlarda da izledik, yurtdışında -NBA'de de böyle, futbolda da, bilardoda da- bütün canlı maç sunumları konuya hakim iki kişi tarafından yapılıyor. Türkçede ne yazık ki iki kişinin karşılıklı ahengini tattığımız maç sunumlarıyla karşılaşamıyoruz. Naçizane bir önerim var: Sevgili Başkanımız kendi yorumcularının yanı sıra kendi sunucularını da teklif etmeli canlı maç yayınlarına. Bu seyri artıracaktır. Düşünün Saygıner'in maç esnasında spontane olarak dünya bilardo literatürüne sayı armağan ettiği tarihî bir an yaşanıyor, "zavallı" yorumcumuz o sırada spikere meram anlatmaya çalışıyor. Örneğin, Türkiye için "nispeten" yeni bir spor olduğu için bu örneği veriyorum, son 20 senede biz basketbolu sevdiysek Kaan Kural, Murat Murathanoğlu, Murat Kosova sayesinde de sevdik. Başkanımız "bunu da" çözerse bilardonun profesyonel bir spor olarak algılanmasına bir katkı daha sağlayacaktır.

29 Ocak 2018 Pazartesi

Kasidokostas'ın Kahramanca Dirayeti! - Bert van Manen (1)

Komşumuz Filipos'a selam ve canıgönülden alkış!


Dün (28 Ocak) eski dünya şampiyonu Filipos Kasidokostas Yunanistan Şampiyonası’nı kazandı. Finalde, ezelî rakibi Nikos Polychronopoulos’u, 27 ıstakada 40-40 berabere biten kapışmanın ardından penaltılarda 4-3 yendi. Maçın en hayranlık uyandırıcı tarafı Filipos’un baştan sona ters elle mücadele etmesiydi. Biliyorsunuz Filipos, sağ elindeki titremeden dolayı yıllardır muzdarip ve dün tamamen sol eliyle oynadı!!! İlkin: Filipos’u kahramanca dirayetinden dolayı alkışlamak istiyorum. Bu, irade gücünün neleri alt edebileceğinin göstergesi değil yalnızca, onun ilahi derecede bilardo aşkının de delili. İkinci olarak da: Bu grubun üyelerine sormak istiyorum, “ters” elleriyle oynarken ne kadar iyiler? “Normal” elinizin %70’i kadar oynayabiliyor musunuz? Hadi yüzde ellisi?
Ben kıvırmadan itiraf edeyim: Ben görüp görebileceğiniz en kötü “ters el” bilardocularındanım. Benim genel ortalamam 1.000 sularında geziyor, sol elimle bir gün 0,350 vurabilsem ağzım açık kalırdı herhalde…
Ya siz?

Bert van Manen
Çevirmen: Rifat Özçöllü  
Yazı, "Bert's Billiard Page" Facebook grubundan alınmıştır: 
Yesterday, former world champion Filipos Kasidokostas won a Greek Grand Prix. He beat his long-time rival Nikos Polychronopoulos in the final, after a shootout: 40 - 40 (in 27) and 4-3. The most amazing fact about that match was, that Filipos has changed hands. He had been suffering from a tremor in his right arm for years, and now played with his left!
First of all: I want to applaud Filipos for that remarkable feat of resilience. Not only does it show you what willpower can achieve, it is also a testament to the depth of his love for the game.
Secondly, I want to ask the members of this group how good (or bad) they are when playing with the "wrong" hand. Can you play to 70 % of your normal average? Or maybe to 50 %?
I'll confess right away: I am one of the worst "wrong hand" players you'll ever come across. My regular average is around 1.000, and I'd be surprised if I could play 0.350 "lefty".
How about you?

3 Ekim 2017 Salı

Bir Mental Sıçrama Hikâyesi: Murat Naci Çoklu


Murat Naci'ninki birçok bilardocuya model olabilecek büyük bir mental sıçrama hikâyesi. Hikâyeyi biliyorsunuz, bundan birkaç sene öncesine kadar geri düştüğünde yetenekleriyle tamamen tezat olarak tanınmaz bir hal alıyordu masada. "Rakibi felç edici atak oyunculuk" noktasında Murat'ın da kendisinden izler taşıdığı Caudron'da da aynı özellik apaçık gözlemleniyordu. Ta ki Jaspers'la oynadığı o tarihî maça kadar. O, Caudron için bir eşik noktası olmuştu. Ama bu Caudron için muhakkak tesadüf değildi. Mutlaka bazı çalışmalar yapmıştı, destekler almıştı. Fakat bu anlamda bir habercilik/röportaj eksikliği var olabilir. Bu psikolojik süreçlerden haberdar değiliz. Belki Murat Naci'yle etraflı bir röportaj yapılmalı, son senelerde neleri daha farklı yaptığıyla ilgili, mukayeseli... Belki de onun eşiği o İstanbul'daki final maçıydı. Belki o gün galip geldiği sadece Forthomme değildi; mental zincirlerini kırabilmesi için, finalde "bilardonun aklı" olan bir ülkenin "iri yarı" temsilcisini karşında görmesi gerekiyordu. Bazı engeller ancak büyük zorluklar karşısında kırılabiliyor. Tabii ki bazı sırları kendine saklayacaktır, hakkıdır. Benim görebildiğim ve diğer sporcuların da görmesi gereken en önemli şey şu olabilir, bazen içinin diplerine köşelerine saklansa da o yeteneklerine her zaman güvendi, onu gerekirse sondajla çıkarmayı bildi ve en son örnek, Jaspers'ı çaresiz bıraktı. Ama bunun için nasıl bir yol izledi, nasıl masada böylesine farklı bir karakter çizmeyi başarabiliyor artık? Hem de en sonda, ölüm virajlarında... Bunlar hakkında samimi birkaç ipucunun birçok oyuncuya, gençlere ışık olacağı kesin. Lütfi Çenet, dünyadaki -istisnasız- bütün oyuncular için korkulu bir rakip olma özelliğini yıllardır sürdürüyor. Umarım kupayla taçlandırır.

13 Eylül 2015 Pazar

3-Bant Bilardoda Metafizik Direniş İhtiyacı


Torbjorn Blomdahl
Dick Jaspers
                                               
3 Bant Bilardo Dünya Kupası Guri finaline birkaç saat kala.

Blomdahl 2012’de Peloponnese’teki (Yunanistan) turnuvada 3-bantta yeni bir düzey başlattı: 2,739’luk genel ortalamayla final sonunda havada ıstaka sallamak. Bu şu manaya geliyordu: 5 maç üst üste 15 el dahi kullanmadan maç kazanmak. Bu turnuvadan önceki rekor 2,420 idi. Fakat bu öyle yıllardır kırılamayan bir düzey değildi. Sadece 1 sene önce gelinmiş bir düzeydi (Viyana, 2011). Ve o düzey, o dönemler itibariyle yine bireysel kalabilecek kadar dar bir alandaydı. Eski rekor hazmedilememişti henüz. Ancak 3-4 maçlık serilerde buna yakın genel ortalamalar elde edilebiliyordu. 2,420’den öncesinde ise turnuvalar genelde 2,000 hatta bazen 1,500 genel ortalamanın altında kazanılabiliyordu. Blomdahl’ın 90 başlarında yükselttiği seviyeye (Tokyo, 1992: 2,204) yine Blomdahl, Jaspers veya birkaç oyuncu tarafından daha (örneğin, Saygıner’in Atina’da 2004’te 2,000 genel ortalamayla kazandığı turnuva) zaman zaman yaklaşılıyor veya o rekor egale ediliyor veya biraz biraz yükseltiliyordu ama bu birkaç oyuncu da genel istatistiğe göre 2,000 ortalamanın altında turnuva kazanıyorlardı. 
Bu tarz, maç içerisinde 15 civarında ataklar gerektiriyor. Fakat bu dozdaki performansların hemen ardından maç içinde 8-10’luk seriler bile nadir yakalanabiliyor. 15+10’luk serilere çok rastlanmıyor. Örneğin, Blomdahl neredeyse bir solukta yarıyı aşıp 30’lara geldikten sonra ezici bir istatistikle duraklamaya giriyor, bazen 5-10 ıstakaya kadar çıkıyor bu duraklama. Çünkü mental mod, üst üste iki-üç kere 10’luk serilere hazır değil henüz. Çünkü “gerek” duyulmuyor. Yani 25 sayı civarı farkları kapatmaya yeltenen cengâver pek çıkmıyor. Veya üşeniliyor mu desek? Malum, psikolojide her eylem bir “ihtiyaç”a göre güdülenir. Fakat gelinen bu seviyede, Jaspers, bu “ihtiyacı” bilardo mentalitesinin kavramlar dünyasına kazandırıyor. Bu nasıl tanımlanır bilemiyorum, “imkânsız direniş”? Geçen turnuvada Dae-Kwon Shin’le oynadığı unutulmaz, efsanevi ve vecde getirici maçta, daha öncesinde Tran’ı onca farktan sonra şaşkınlığa uğratışında bu “metafizik direniş”lerin örneklerini sunmuştu. Tran o tokattan sonra epey sarsıldı ama bu tarz bir tokadı bilardo tarihinde ilk sallayan Caudron’du. O maçı hatırlatmama gerek yok zaten, herkes anladı onu! Yani demek istediğim, Tran bir daha yerden kalkamaz dememeli, Tran da bir süre sonra Jaspers gibi âlemlerden seslenebilir. (!) Henüz Jaspers düzeyinde olmasa da yani 3 ortalama civarında 40 finişine burun buruna girmek gibi bir metafizik hadiseye bulaşmayıp bunu daha insani (!) düzeyde 1,600-2,000 civarında yapan epey savaşçı var: örneğin Taşdemir’in bir önceki düzeyi buydu, 2,000 ortalamayla çok maç kaybetti kıl payı ve Zanetti, Merckx, Leppens, Forthomme, Çenet, Nguyen, Tran, Horn, Choi, Cho da bu direnişçi kategorisindeler… Bu parantezin içinde Avrupalıların takipçileri olarak Koreli ve Vietnamlılar da var ama bugüne kadar 3-bantta bütün eşikleri yaratma geleneği kurucu figür olarak Avrupalıların… 
Velhâsıl, Blomdahl ve Caudron’dan sonra bu “ihtiyaç”a cevap verip bu 2,500 civarı genel ortalama savaşçıları kulübüne girmek ancak Sanchez ve Tayfun gibi iki ışıltılı yetenek ve bilardo bilgininin elinden olabilirdi. (Bu yazıyı final maçından önce gönderiyorum, maçın sonucu çok önemli değil, şimdiden tebrik ederim Usta’yı; umarım akış, Sanchez’in boşluklar bulamadığı şekilde cereyan eder.)

22 Mayıs 2015 Cuma

Bir Meydan Okuyucu: Lütfi Çenet



"Bunu da aldı, bunu da aldı!" (NTVSPOR spikeri Mehmet Sevinç, bugün böyle sunuyordu, o ölü pozisyonlardan 5'lik seri çıkarıp maçı penaltılara götürdüğünde...)

Memnuniyetle hafızamı işgal ediyor bilardodaki 'challenge'lar. Bunu sık sık yapan Çenet'inkiler de tabii. Fransız Bury'yle bir yarı final maçı vardı, sanırım Mısır'da idi; Trabzon muydu, Jaspers'ı yendiğinde havalara uçuşu... çok benzerdi bugüne... ve daha daha nice böyle galibiyet veya –hiç önemli değil– sayıca geride tamamlayış... Bu vazgeçmeyen arzu; örneğin penaltılarda veya rakibi 3-4 ortalama tutturmuşken veya bir dolu vaziyette, kısacası "hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde kötü günde" ıstakaya küsmeyişteki ısrar/sebat; bünyesindeki nöronlarının her birinin bilardoya duydukları saygıdan dolayı sahip oldukları mukavemet ve direncin bu denlisi az gözlemlenebiliyor. Dolayısıyla yaptığı işe, kendisine, kişiliğine olan özgüven ve özsaygısını korumaya çalışıyor. Bu bedensel ve zihinsel antrenmanlar ona ayrıca pratikte, maçların en belalı anlarında cesaret, eminlik, sakramayan 5 duyu olarak dönüyor; dolayısıyla keskin görüş güçlükleri, banda yapışık toplar vs. engel olamıyor. Bir başka deyişle üzerine titreyip fit tutmaya çalıştığı özgüveni ve özdisiplini ona en kritik anlarda ödüller sunuyor. Sadece anlar değil tabii yıllardır sürdürülen bir istikrar var. Bilardoda pek çok hoş nitelik var: yüksek seriler, orijinal karot çözümleri, artistik beceriler... Ama sporda seyirci olarak, en çok tatmin veren, saygı uyandıran şeyler bende bunlar. Tebrikler Lütfi Çenet!

13 Aralık 2014 Cumartesi

“Yalnız ve Hırçın İtalyan”ın Bu Hayattaki “Oyun” Sahnesi Bilardo Mekânları



Dünya Kupası’nın Hurghada/Mısır Ayağına Dair… 


Marco'nun bu hayattaki sahnesi bilardo mekânları. Dünyanın neresinde olursa olsun, seyircisinin karşısına çıkıp "oynuyor". 30 küsur senedir... 52 yaşındaki "oyuncu" bugün kendine şampiyonluk rolünü biçti. Bazen ikinciliği, üçüncülüğü, ilk turda elenmeyi de oynasa son saniyeye kadar rolünün hakkını veriyor. Seyirciyle mücadele de rolünün spontane gelişen bir parçası oldu bugün. (Blomdahl da geçenlerde seyirciyi zapturapt altına alabilmek için karizma ve otoritesini kullanarak bir bakışla "herhangi bir oyuncu değilim"i hatırlatmak gereği duymuştu.) "Yalnız ve hırçın İtalyan", "oyunculuğu" yüzünden bazen eleştiriler de alıyor. Ama eleştirenlerin de "oynamasının" önünde hiçbir engel yok.
***
Kang'a (Dong-Koong) gelirsek, diğer Korelilerden birazcık farklı o, az daha sert, ritmini tutturması çok önemli. Biraz gözü kara bir ritim denebilir belki. Şampiyon olmayı ve büyükleri devirmeyi o pervasızlığıyla başarmıştı. Fakat yarı finalde de (son bölüm hariç) finalde de temkinli ve ürkek oynadı.
***
Semih Saygıner'le ilgili bir iki not: Psikoloji ve beden çalışmalarında "kas hafızası", "duyusal ve duygusal hafıza" diye kavramlar var. Adnan Yüksel başarılı maçların ardından kötü oynayarak veda etti denemez. Bununla birlikte bütünsel olarak psikolojik ve fizyolojik bünyesi eski kondisyonlarını hatırlar gibiydi. Demek ki hazırlıklı gelmiş. (Tayfun'u Blomdahl maçı yordu sanırım. Tam anlayamadım klasik son salvosunu niye yapamadığını.) Semih Saygıner'in de kaslarının ve zihninin hatırlamasını umduğumuz kondisyonlarının ne menem şeyler olduğunu göz önünde bulundurursak bunun rakipleri için pek bir dert olacağı kesin. Tabii hafıza nöronlarının önündeki perdelerin açılabilmesi sık ve bol uyarımla ilgili. Zanetti birkaç yılı bulan durgunluk döneminin ardından ısrarının karşılığını aldı, alıyor; Semih Saygıner usta da "hafıza"nın ilacının tekrar ve ısrar olduğunun hepimizden çok bilincinde.

29 Kasım 2014 Cumartesi

Kore’deki 3-Bant Bilardo Dünya Şampiyonası ve Mükellef Bir Şampiyon Choi



Genç olgunluk diye bir şey vardır ya hani, Choi'nin kendi atışına hakem sayı vermesine rağmen olmadı deyip Sanchez'i masaya davet etmesi o kabilden. (Tuncay Akay’a olmayan sayıyı kare kare tespit edip cümle âleme ispatladığı için teşekkür.) Biraz da dedikodu: J Bir de Zanetti'yi düşünün, geçen hafta adam çaçaron çaçaron, Sanchez'le kavga etti İsviçre'de. Hayır, hırsını, direncini seviyorum ama bu kez abartmıştı... İyi oldu vallahi, içimin yağı eridi. Tayfun bence kesinlikle sıradan bir oyuncu değil. İstisnasız her maçta o kadar orijinal çözüm(leme)leri oluyor ve bunları öyle rahat icra ediyor ki onun enteresan zekâsının yarısını (Choi hariç) Korelilerin çoğunda görmüyorum. Tamam efendi, disiplinli çocuklar da külliyen 40 sayı triple, turnike, havuz, acem izlerken sıkılıyor insan, ya onlar atarken sıkılmıyor mu?

Hem bunların atası Sang Lee en gözü kara varyeteciydi. Varyeteden kastım apaçık sayı varken maç disiplininden çıkıp artistiğe yeltenmek değil. Oyuncunun müşkül durumların altından yaratıcılığı, pozisyon ve teknik dağarcığıyla kalkabilmesi. Choi’nin olgunluğu hem kişiliğinde hem de oyununda. Bazı çözümleri taştan sıkılan su misali. Zaten karşılığını şampiyonluklarına bir tane daha ekleyerek aldı.

Bilardoyu sıkıcı Asya çağı mı bekliyor?

Bu turnuvada mesela Cho, Caudron'u sürKLASe etti. Öyle mi acep? Istaka her ona geçtiğinde pozisyon tercihim Blomdahl-Tran'a kaçmacacılık yönünde cereyan etti. Tran'ın (Vietnam) oyunu daha göze hoş geliyor bence. Ki Tran'ın “tarihinde” Blomdahl'la yaptığı bir maç vardır, çok geri düşmesine rağmen izleyenlerin ağzını açık bırakmıştır. O günkü maçın ve Tran'ın sonraki numaralarının Türkiye'de az izlendiğini sonra fark ettim. Çünkü Tran Türkiye'ye geldiğinde (Cho şampiyon olmuştu o turnuvada) tribünlerden bir dolu "bu çocuk da kim ya?" sesleri yükseliyordu.

Dikkatinizi çekti mi, bugün Cho zor bir pozisyonla karşılaşıp kısa süre sonra bîçare alt dudağı, üst dudağını örttüğünde Blomdahl o pozisyon için zihninde 2 varyeteyi çoktan elemiş 3.yle 4. arasında açık oturum veya referanduma gitmişti. (Cho sallayıverdi oturdu.) Pozisyon dağarcığı araştırmak, öğrenmek, çalışmak ve yaratıcılıkla büyür ama yaratıcılık da cesaretle ilgili bir şey. Tayfun'un bazen atış tercihlerinden dolayı eleştirildiğine şahit oluyorum, fakat bu tür oyunculara karşı galibiyet risk almadan kazanılmıyor. Tayfun şu an ilk 10’da, ilk 3’e girinceye dek pek çok deneme-yanılması olacaktır... Ya da Cho'nun zaman zaman yaptığı gibi baştan iyi start alıp ustaları zora sokmak mümkün. Cho'nun mücadele azmi ve gücünün yüksek olduğu da malum, 40-32'den şampiyon olduğunu unutmayalım. (Tayfun dünyada hem geriden gelerek tırnağıyla dişiyle hem de önde götürerek kazanma becerisine sahip nadir oyunculardan.) Velhasıl, Avrupalı üstadlar emekli olduğunda meydan Asya'ya kalacaksa oyunu daha izlenir kılmaları için onları zorlamalı. Yoksa bu monotonlukta devam edeceklerse ve uzun süreli bir “Asya çağı” yaşayacaksa bu spor, bilardonun eskisinden daha 'klas' olmayacağı yönünde şüphelerim var (şimdilik).

24 Şubat 2013 Pazar

Alevler Labirendinde İki Turkuaz Bilardocu!

2013 Milli Takımlar Dünya Şampiyonası'ndaki üçüncü olan Türkiye Milli Takımı oyuncuları:
Murat Naci Çoklu ve Tayfun Taşdemir

Dünyanın saray lezzetindeki iki oyunu tenis ve 3-bant bilardonun ortak kaderi bu. Teniste Davis Cup, bilardoda Viersen'deki Dünya Milli Takımlar Şampiyonası'ndaki bu atmosfer, artık senede bir kereye has bir istisna da olsa âdet haline geldi. Sarı-kırmızı-siyaha boyanmış alevler labirendinde yürümeye çalışan iki turkuaz... Ama yine de nefesleri kuvvetliymiş, o labirendin ucunu görmeyi başardılar. O destekle son sokağa yalnız başına, güle oynaya girmesi gerekirdi Almanya'nın... Dünyanın ilk 3 ülkesinden biri olduğumuzu, yine, zihinlerinden çıkartamadıkları korkulu bir hayalet gibi kazıyoruz.

3 Şubat 2013 Pazar

Bilardoda Üç Bandın Arasına Kaç Psikolojik Eşik Sığar?


Frederic Caudron (BELÇİKA)-Dick Jaspers (HOLLANDA) maçı, 3-bant bilardo tarihinde psikolojik eşiklerden birinin aşılmasına sahne oldu bugün. (3 Şubat Pazar, Fransa) Çok kritik bir psikolojik eşik aşıldı. 44-7’den dönüp maçı 47-50 kazanmak… Yani 43-3’lük bir ‘gizli skor’. Bırakın kapanmasına böylesine farklara çok az şahit oldum. Geçen sene Blomdahl-Kasidokostas’ı 50-7 mağlup etmişti mesela; o da nadirattan…
Caudron'un kronik geriden gel(eme)me sıkıntısı malum. ‘Sarı top fobisi’ni yendi. Asoyu alamamak yani maça ortalama 6 ila 12 sayı önde başlayamamak onun, oyun kurgusunun en can alıcı enstrümanlarının birinden yoksun kalması demekti. Defalarca gördük ki, maç ortasında yenik duruma düştüğünde eli ayağı dolanıyor ve balçığa saplanır gibi pasifize oluyordu. Sistemlerden çok istifade eden Jaspers’ın aksine, his ve sezgilerine dayalı bir oyun stilinin temsilcilerinden olduğu için duyularıyla beyni arasındaki sinaps bağlantıları kesintiye uğruyordu. Merckx, Choi gibi oyuncular bu zaafı tespit edip defalarca üzerine üzerine çullandılar sayı makinesinin. Bugün hem kendini aştı hem de bütün bilardocular için birçok kapı araladı, açtı.
Psikolojik eşiklerin sporda ne kadar önemli olduğunun bir örneğine daha bu maçta şahit olduk. Bu maç birçok psikolojik motifi ispatlamak için oynandı sanki. Örneğin, Caudron psikolojik eşiklerden biri olan 20'lik seriyi yakaladıktan sonra 21. sayıda motivasyonunu birazcık yitirdi ve yapamadı. 10, 15 ve 20 gibi yuvarlak sayılar genel eşiklerdir. Bu eşikler kişiselleşebilir, kimisi için 7 de eşik olabilir mesela. Zihnin ‘eşik bekçisi’ni nereye oturttuğuna bağlı. Kaldı ki 21. sayı çok zor değildi. Bir başka örneğini geçtiğimiz haftalarda Forthomme'la yaşamıştık. Dünya rekoru, psikolojik eşikti. O eşiği yakalamış ama aşamamıştı. Dolayısıyla rekora ortak olmakla yetinmişti.
Maçın en kritik ânı; Jaspers'ın o dakikaya dek, daha hiç, zaman uzatma kullanmamasına ve farkla önde olmasına rağmen bütün bunları unutacak kadar gergin olduğunu rakibine hissettirmesiydi. Ki normalde zaman uzatma haklarını en yerinde kullanan oyunculardan biridir. Birçok maçı kazanmasında onun orijinal ‘time out stratejileri’nin çok payı olmuştur. Birçok kez uzatma haklarını karot çözerken değil, serisindeki düğümü çözebilmek adına kullanır. Örneğin, serisinin 10. parçasında ama maçtaki psikolojik savaşın en can alıcı yerinde… Çünkü o 10. sayının rakibe yapacağı tesiri birçok şeyden yeğ tutar.
Saatin uyarısı ve hakemin seriyi durdurmasından sonra yerine otururken şaşkındı. Bu, “Ben 40 saniye hududunu ve uzatma hakkını nasıl unuttum?”un şaşkınlığından daha başka bir şeydi. Bilinçaltına itmeye çalıştığı, rakibinin şahsına ve geçmiş rekabetlerine dair olan bütün anılarının nasıl bir anda fışkırdığına ve bir anda bütün bedenini nasıl bu denli hızla kapladığına şaşırıyordu asıl. Ama asıl büyük hatası; kaygılarının, korkularının kaynağına yani rakibine, yüzünün feci şekilde birkaç ton birden atmış rengini sakınmadan bütün çıplaklığıyla göstermesi oldu. Kural gereği, topların silinip Caudron’un açılış sayısı için masaya gelmesi gerekiyordu. O kısacık aralıkta, kader onları yan yana duran iki sandalyede bir araya getirdi. Jaspers daha da beklenmedik şekilde rakibiyle lafladı. Dudaklarını titrete titrete gülüştü onunla. Korku objesi, başka bir deyişle kendisinde ‘yoksun’ olduğunu düşündüğü ‘güc’ün, ‘silah’ın ete kemiğe büründüğü varlık yani adam karşısındaydı. (Kendisinin tam aksine; hızlı, pratik oynama-düşünme tarzı, kısa sürede ve rahatça yüksek serilere ulaşabilme yetisi… Maç öncesinde, “Yarın daha hızlı düşünmem gerekecek.” beyanatını vermiş olması neyin yansıması, açığa çıkması acaba?) O sırada Caudron ise; Hollandalının, güya buz adamın, kızaran şakaklarını, fırlayan alın damarını, sertleşen burun kemiğini bol bol temaşa ediyordu. Dillere destan ve en büyük silahı olan konsantrasyonu o anda çoktan yerle yeksan olmuştu Jaspers’ın…
Hâlbuki, ‘elin füzesi’ne iç geçireceğine kendi ‘ağır silahları’na yoğunlaşması yeterliydi. Derin bir nefes, kısa bir süre gözlerini kapatması ve kesinlikle konuşmadan kendini dinlemesi, iç sesine kulak vermesi, toparlamasına yetebilirdi belki büyük üstadın.
Bir psikolojik etken de şuydu maçta: Frederic Caudron’un yakın arkadaşı ve vatandaşı Leppens yan masada 18’lik bir seri yakaladı. Bu Fred için bir göz kırpma gibi olmuştu. Maçtan önceki gün, Leppens yine geride olmasına rağmen (tabii ki 37 adımlık bir mesafenin takibi değildi) Jaspers’ı yakalamış ve en azından beraberliği kurtarmıştı. Çocukluktan tanışıyorlar mı bilmiyorum ama geçmiş kodların olumlu ya da olumsuz yönde çok kuvvetli olduklarını biliyoruz. Kıvılcımı tutuşturan Lepi’nin bir mimiği miydi? Yoksa tribünde, maçın tüm gidişatını yüzünden okuyabileceğiniz, Fred'in G. Koreli kız arkadaşının desteğini de hesaba katalım mı?
Kozoom ve bu resimleri kolaj haline getiren Tuncay Akay'a teşekkürler...

Not: AGIPI turnuvasında ‘ölüm grupları’ndan sağ çıkıp çeyrek finale yükselen Tayfun Taşdemir ve Lütfi Çenet’i canıgönülden tebrik ederim. Dünyadaki az sayıda ‘total oyuncu’dan ikisinin yanı başımızda olması bizim için büyük şans olsa gerek. Tabii ki onların da yanı başında duran (bir zamanlar, diyelim) Prens’in ‘gen aktarımı’nı unutmamak kaydıyla…  

23 Eylül 2012 Pazar

İki Ayrı Spor Dalı: 3-Bant Maraton Bilardo – 3-Bant Set Bilardo


Kyung-Roul Kim

Güney Kore’de 2012 3-Bant Bilardo Dünya Kupası’nın ikinci ayağı oynandı bu hafta. Bugün (Pazar) yarı final ve final müsabakalarıyla turnuva sona erdi. Blomdahl, Caudron’a ait genel turnuva ortalamasını (2,42) rekorunu neredeyse egale edecekti. Final maçında Zanetti’ye karşı yüksek seriler üretirken bir yandan seyirciye espriler yapmayı da ihmal etmedi. Zanetti’nin maç sonundaki tebriki ise eski arkadaşını 30 saniyeyi aşkın bir kucaklamaya gelecekti.

Turnuva, İstanbul’da yapılan son Avrupa ve Porto’da düzenlenen son Dünya Şampiyonalarının aksine 50 saniye sınırlamasıyla (aman ne tahdit!) ve set usulüyle gerçekleşti. Spor, sadece oyuncuların rol aldığı bir olgu değil, seyircilerle tamamlanan bir süreç. Üzerine çuha gerili ahşap-mermer-metal konstrüksiyon yani masa etrafında 50 saniye boyunca geniş ve konformistçe dolanan bedenlerin hareketleri izleyici için çok sıkıcı ve tahammülfersa… Öyle ki, topların da hareketsizce kendilerine dokunulmasını beklediğini düşünün, o görüntü 50 saniyeye ayarlanmış konferans slaytlarını andırıyor bazı maçlarda. Malum 2 sette bir, beşer dakikalık mola kullanılıyor ve bazı karşılaşmalar 5 set sürebiliyor. Yani tabelada 3-2 yazacak eninde sonunda ama 3 saat kadar sabredilebilirse. 3 saati aşabilen müsabakalar için internet televizyonlarında, kaşına sulana bitap düşen gözlere 3 tane topu takip ettirmeye bilardo birliklerinin hakkı olmalı mı, tartışılır. Set uygulaması, birbirinden kopuk, parçalı bulutlu 5 ayrı maç izliyormuşuz zehabına sürüklüyor bizi bazen.

AGIPI turnuvalarında senelerdir, 40 saniye kuralıyla 50 hedefine ıstaka sallamakta oyuncular ve çok keyifli, çekişmeli, kıran kırana mücadeleler gerçekleşmekte. Ayrıca bir öyle bir böyle düzen sürdükçe oyuncuların kendilerini adapte etmekte zorlandıkları görülmekte. Haklılar, işin doğasına tamamen aykırı bir şeydir bu; öylesine temel bir ayrım çizgisi ki maraton-set farkı iki ayrı spor disiplini gibi.

Maraton sistem en sağlıklısıdır. Bir mola verilmektedir. Bir bir buçuk, bilemediniz iki saatte 40 veya 50 sayılık hedeflere varılabilmektedir. Ayrıca yeni başlayan izleyiciler için bu çift başlı düzen kafa karışıklığı yaratmakta ve oyunun, karmaşık ve daha kötüsü, kuralları oturmamış olarak algılanmasına da sebep olmakta. Bununla birlikte, televizyon kanalları yayınlarını en fazla 15 dakikalık esnemelerle planlayabildikleri için maraton sistemden yana görüş belirtmekte. Tez zamanda maraton sisteme ve 40 saniye kuralına dönmemecesine geçile!J    

Avrupa: 8 - Asya: 0
Gelelim son 16 maçlarına; 8 maç oynandı ve Asya bilardosunun kalbi Suwon’da bir Asyalı dahi maç kazanamadı. Bu turnuvanın en enteresan hadisesidir. Vietnam, Güney Kore ve Japonya’da büyük yetenekler var ama buradan anlaşılan şu ki Avrupalılar büyük turnuva tecrübesine daha çok sahipler. 

Bir oyuncu tipi: Öndeyken tutması imkânsız ama gerideyken şaha kalkanını görene aşk olsun!
Frederic Caudron, Murat Naci Çoklu ve Ahmet Alp benzer tarza sahip oyuncular. Bu tarzdaki oyuncu örneklerini çoğaltabilirsiniz. Bu tarz ustaların sayı kabiliyetleri engin derya. Orijinal, spektaküler çözümlere sahipler, yüksek serilere hem de göz açıp kapayıncaya ulaşabiliyorlar, kazandıkları turnuvalarda genel ortalama rekorları kırabiliyorlar. Ki o turnuvalarda hemen hemen hiç geri düşmemiş oluyorlar. Bazı maçlarını izlediğinizde onları kimsenin yenemeyeceği zannına kapılıp ‘rekabetin sonu’ diye ümitsizliğe bile düşebilirsiniz bir an. Gelgelelim, geriye düştüklerinde, hele biraz fark açıldığında tanınmaz hale gelebiliyorlar. ‘Havuz’larda dahi boğulabiliyorlar. Mental anlamda çok zayıf bir profil çiziyorlar zaman zaman. Gardları çabuk düşüyor.
Merckx gibi gözünü daldan budaktan sakınmayan savaşçı tipi bir 3-bantçı, Caudron’un nasıl yenileceğini adeta ders verir gibi hem de iki kere üst üste bize gösterdi. (Bizde bu türe en uygun isim Taşdemir; rakibinin 13-14 olması onun için hiç fark etmiyor, o sırada ne kadar geride olursa olsun 15’e ulaşabileceğine olan inancını hiç yitirmiyor; hiç şüphesiz bu türe uygun en önemli diğer isimler Choi, Horn, Zanetti, Jaspers) Belçika’da Super Prestige Turnuvası’nda finalde 40’ta biten maçta 30’a kadar beraber geldiler. O yapılması gereken en önemli şeyi yaptı ve Caudron’a hiç teslim olmadı, onu hep rahatsız etti, dişini hiç gizlemedi, soluğunu hep ensesinde hissettirdi. İşte tam bu anlarda kırılganlık ve duygusallık bu oyuncu karakterinin tamamlayıcı özellikleri olarak devreye giriyor ve basit hatalarla birlikte, “yeniliyoruz galiba,” “baksana, alkışların da çoğunu götürmeye başladı, buradan maçı çevirmem pek müşkül,”  vesveseleri içten dışa oyuncuyu kemirmeye başlıyor. Choi ve Merckx’in bir artı özelliği duygularını hiç belli etmemeleri; rakip nazarında bu, daha sağlam gözükmelerine yaradığı gibi kendi dikkatlerinin yıpranmasına da mâni oluyor. Ayrıca ne zaman kırmızıdan ne zaman sarıdan hangi tempoyla oynayacaklarına dair çok hassas stratejik sezgilere sahipler. Böylelikle savunma-hücum dengesini itinayla yürütüyorlar. Ve sürprizlere açık maçların başaktörleri oluyorlar… (Kang’ı da tebrik etmek lazım Caudron karşısında üst düzey konsantrasyonla, baskısını hiç düşürmeden oynadı; Merckx karşısında son sette 14-4’e kadar getirdi maçı ama yukarıda anlattım, Merckx iştahı ve yetenekleriyle sanki asoyla maça taze başlangıç yapıyormuşçasına iki ıstakada 11 sayı üretmeyi bildi ve mükellef bir oyuncu olduğunun nasıl olacağını bir kez daha gösterdi…)
Not: Yarı finalde dört “yaşlı” oyuncu vardı. Blomdahl, Jaspers, Merckx ve Zanetti… Gerçi onlara yaşlı demek pek ayıp kaçacak, o kadar enerjikler ki… Bu, o kadar başarı, zafer tatmış olmalarına rağmen bilardo sevgilerinin hâlâ tükenmediğine delalet…

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Tenisi Türkçeleştirmek: Türkçe Tenis Terimleri



Bu yazı Temmuz 2012’de Tenis Dünyası dergisinin (Genel Koordinatör: Bülent Gürkan, İstihbarat Şefi: Furkan Şevket Erbay) 42. sayısında yayımlanmıştır.

Son zamanlarda tenis çok revaçta. Spor kanallarının da canlı yayınlarla ilgi gösterdiği bir spor dalı. Maçları anlatan spikerler, yorumculara göre dil konusunda çok daha hassaslar. Düzgün, coşkulu bir Türkçe ile maçları aktarıyorlar. Bundan dolayı sporsever olarak hepsine ayrı ayrı teşekkür etmek lazım.
Bütün iyi niyetli gayretlere rağmen teniste hayli oturmuş olan İngilizce terimleri karşılamakta zorluk çektikleri fark ediliyor.

Winner, rakibin hiçbir karşılık veremediği ve doğrudan sayıya dönüşen vuruş anlamına geliyor. Bu tenis terimi için ne zamandır önermek istediğim “bitirici vuruş” tabirini Fransa Açık maçlarını sunarken TRT 3 spikerinin de kullandığını işittim. Veya cümle içinde “doğrudan sayıya giden”, “haneye-skora-tabelaya yazılan vuruşlar”, “tabela-skor vuruşları” da olabilir belki.

Hatta ace için, -pek emin değilim ama- “nokta servis”i bir düşünmek lazım… “Bugün nokta servislerde Roddick’in ezici üstünlüğü var.” gibi…

Return, servise veya vuruşa verilen karşılık anlamında. Unreturned service ise karşılık bulmayan servis anlamına geliyor. Return için “cevap”, unreturned service için ise “geri dönmeyen servis”, “dönmeyen servis”, “cevapsız servis” denebilir, hatta “Servis karşı yakadan dönmedi!” gibi daha keyifli tabirler kullanılabilir. Return winner içinse “bitirici yanıt/cevap/karşılık” denebilir.

Forehand, tenisçinin topa raketinin düzüyle, elinin içiyle, bileği rakibe bakacak şekilde vurma hareketine denir. Bunun yerine “elinin/raketinin içiyle”, “düzüyle” gibi tabirler kullanılabilir. Forehand yalnız kullanıldığında “düz” yeterli olabilir. Backhand ise bunun tersi. “Elinin/raketinin tersiyle”, “dışıyla” gibi tabirler uygun düşebilir. Yine yalnız kullanıldığında “ters raket vuruş”, hatta bazen sadece “ters” kullanılabilir. Backhand slice, tenisçinin topu raketinin tersiyle kesmesi, topu döndürmesi, falso vermesi anlamına geliyor. Bunun için “ters kesme” tercih edilebilir.

Spin için, İtalyanca olsa da dilimize yerleştiği için “falso” tabiri kullanılabilir. Top spin için “üst falso”, “tepe falso” ya da bilardodaki sırt tabirinden ilhamla “sırt falso” kullanılabilir.

Baseline, “arka çizgi”, “dip çizgi” anlamına geliyor. Baseline oyuncusu için “çizgi oyuncusu” denebilir.

Net için Fransızca olmasına rağmen yine dilimizdeki yeri eski olduğundan “file” tabiri kullanılabilir. Maç için de “Ağlara takıldı”, “Fileyi geçemiyor”, “Bugün ağlarla derdi var”, “Fileyle barışık değil” gibi ifadeleri kulak duymak istiyor.

Tie-break için “Setin düğümünü kim bozacak?”, “düğüm-bozma oyunu”, “bağ-çözme oyunu” gibi ifadeler önerilebilir. Ama kulağa en hoş geleni sanki “set düğümü”. Lob için “aşırtma”, drop shot içinse “kısa top” kullanılabilir.

Puan vermeden alınan oyunları ifade eden love game için “tulum çıkarmak” deyimi kullanılabilir. Bilardoda sıfıra karşı set kazanan (15-0) oyuncu için “kara liste yaptı” deniyor mesela. “Bu oyunda söz hakkı tanımadı.” denebilir.

Futbolda iyi kalecileri övgü manasında eskiden şu deyim kullanılırdı: Volesi sönmek... Bundan hareketle “Volesinin havasını aldı” gibi tabirler Nadal, Djokovic gibi müthiş savunmacıları övmek için niçin kullanılmasın?

Örneğin lob vuruş için “muz vuruş” ifadesi de kullanılabilir. Rıza Çalımbay’ın ortaları için muz orta ifadesi kullanılırdı hatırlarsınız. Roger Federer de topa bu teknikle vurduğunda bariz olarak afaki bir muz beliriyor havada.

Kullanılan yabancı terimler, İngilizce dilinin bütünlüğü içinde müzikaliteden yoksun kelimeler değiller. Fakat Türkçe anlatım bütünlüğü içinde, hele sadece terim olarak değil bir de Türkçe eklerle, cümle içinde tamlamalarda birlikte kullanıldığında pek hoş olmuyor gibi geliyor bana… Tabii ki dilimizin olanakları elverdiğince, sonsuz yaratıcılık fırsatları da devreye sokularak o güzel maç anlatımları daha çok dil zevkine büründürülebilir.