Sayfalar

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Tasavvuf ve Medya Arasındaki Yatay Diyalogsuzluk



Sokakta, işyerinde, birçok yerde, insanların içlerindeki 'celal'i gizlemek için tercih ettikleri, ancak bir tül perde. Tamam, katı öğretmenler, sert komutanlar, hatta otoriter doktorlar-hemşireler ülkesinde yetiştik, dairelerdeki gişe memurları dahi bizi azarlıyordu bir zamanlar... Bu bir üslup, bir iletişim biçimi... Burada TV'lere, canlı yayın spikerlerine, yapımcılara, yönetmenlere de iş düşüyor. Objektiflik, medyanın konunun içeriğine yaklaşırken göstermesi gereken bir ilke olmamalı sadece. Özellikle kültür-sanat ve din programlarında toplumsal duygu haritasındaki dengeyi gözetmek de sorumlulukları dâhilinde olmalı. 'Yukarı'dan aşağıya böylesine 'celal'in estiği bir iklimde rüzgâr perdesi olmak varken bir 'duygu tarafgirliği' yapılmış olmuyor mu? Hele 'celal'i dengeleyecek olan 'cemal'in kadifemsiliğini duyabilmek için en çok umut bağlanan değerlerden biri tasavvufken...

Hamile kadınlar hakkındaki görüşler serdedilirken TV spikerinin hiç diyalog yoluna gitmemesi, soru sormayı dahi denememesi, hatta kanatlı-kanatsız sözleri üzerine ne yazık ki dolu dolu gülmesi konuşulmalı. Din, kültürel-sosyal tarih, tasavvuf konusunda kendini ehil görmüyorsa bile 'araba' yaklaşımının bu imkândan yoksun olanları incitebileceğinden de mi dem vuramazdı? Beklenen, bir medya kurumunun mensubuna ait bir tavırken, gördüğümüz lâl bir muti edasıydı...

"Hangi tasavvuf?" sorusu sorulacak olursa:
"Tasavvuf" denen pratikte şeyh-mürid ilişkisini dikey bir iletişimden ibaret görmek başka yoğurt yiyişlere kapıyı kapamak anlamına geliyor. Mevlana Şems ilişkisini hatırlayalım. (Romanlardan dahi olabilir...) Oradaki ilişki kesinlikle 'yatay' bir tasavvuf, dostluk, muhabbet pratiğinin en güzel örneklerinden değil mi? Bu "şeyhlik" ve "müridlik" ediş öylesine garipsenmişti ki Şems'in yaşamasına daha fazla izin verilmemişti Selçuk başkenti ahalisi tarafından. Mevlana ise bağrına taş basmış ve bedel ödemekten yılmadan, kararlılıkla bu üslup ve metodu daha sonra Selahaddin'le örneklemeye devam etmişti.

Varoluşçu psikoterapi de benzer bir farklılık getirmişti psikolojiye: Freud'un kurduğu, Jung'un ve diğerlerinin başka başka algıladıkları psikoterapist-hasta veya danışman/danışan pratiğini başka bir boyuta taşımışlardı. Onların tercihi daha yatay bir iletişimden, ilişkiden yanaydı. Hiyerarşiyi işlevsiz gördüler. Bu monolog ...değil de diyalog, insan onuruna daha uygun görülmüştü.

Karşısındakine biricikliğini hissettiren, onu özgürleştiren ve kendisine ram etmeyen bir yoğurt yiyişti Mevlana'nınki, Şems'inki, Hayyam'ınki ve nicelerininki... Doğru bildikleri bu yoğurt yiyişten taviz vermemek adına ve kendinden sonrakine aktarmak için neyi göze aldıklarını hatırlayalım.

İçi boşaltılmış ritüellerini yaşatmaktan daha çok "anlam haritaları"na kafa yormaya ve "kayıp ruhu"nu 'bugünde' duymaya ihtiyaç var bu öğretilerin...

9 Mayıs 2013 Perşembe

Alt Beynin Deşifresi, Nusret Kaya


Nörolog ve Psikiyatr Doç. Dr. Nusret Kaya'nın kaleme aldığı Alt Beynin Deşifresi şiddetle okunması gereken bir e-kitap... Ücretsiz sunulan bu kitabın linkini altta paylaşıyorum.

Ayrıca, rüya tabiri değil, Jung'un metotlarından yola çıkan ve 260 adet psikanalitik rüya analizi içeren "İyileşme Kitabı" da merakla okunası...

http://docplayer.biz.tr/17371248-Alt-beyin-in-desifresi-bireyin-alt-beyinsel-egitimi-docent-dr-nusret-kaya.html

17 Nisan 2013 Çarşamba

Hayyam'ın Ölümü, Hakiki Bülbül ve Fazıl Say


Çin imparatoruna hediye gelen oyuncak bülbül, sarayın müzik şefinin şu sözü üzerine dünyaca dillere destan hakiki bülbüllerinin yerine tercih edilir oldu: “Efendim! Hakiki kuşun ne söyleyeceğini hiç bilmiyorduk ama bu kuşun ne söyleyeceği hep biliniyor!” Evet, dinlemek ve dinletmek istedikleri kontrol edebildikleriydi. Ne var ki, masalın sonunda oyuncak bülbül iflas etti ve hakiki bülbül, hasta hükümdara ilaç oldu. Belli mi olur, belki enfes klarnet konçertosu Hayyam'ın Ölümü bizim devamız olur...


Hayyam'ın Ölümü, Fazıl Say: https://www.youtube.com/watch?v=vIvGeyPKy3I 

20 Mart 2013 Çarşamba

Çocukları, masalları ve delileri küçümsemeyin!



İleri yaşlarda dahi hayranlıkla masal dinleyebilmek, çocuk aklının tamamen yitirilmediğinin göstergesi… Çocuk aklı çok katmanlıdır. İnsan veya nesnelerin üzerindeki perdelerin ardındakini rahatlıkla sezer. Zaten masallarsa tamamen mecazi ve semboliktir. Ama yüzeysel yetişkin aklının dominant nüfuzuna maruz kaldıkça çocuk zihni, o imajları bir bir bilinçdışına iter. Çünkü 'hayat' devam etmektedir ve sığ zihinlere uyum sağlamak zorundadır. 
Delilerse çoğu zaman o perdenin önündekiyle ilgilenmez bile. Onu temaşasından koparabilmek için bir azara veya tokada yani şiddete ihtiyaç vardır. 
Goethe veya Grimm Biraderlerin masalı olan Fareli Köyün Kavalcısı söylediklerimin delili gibi. Sihirli gümüş flütün eşsiz melodi ve sedalarını işitip algılayabilecek kulaklar, sadece farelerde ve çocuklardadır.
Çocukları ve delileri küçümsemeyin!

24 Şubat 2013 Pazar

Alevler Labirendinde İki Turkuaz Bilardocu!

2013 Milli Takımlar Dünya Şampiyonası'ndaki üçüncü olan Türkiye Milli Takımı oyuncuları:
Murat Naci Çoklu ve Tayfun Taşdemir

Dünyanın saray lezzetindeki iki oyunu tenis ve 3-bant bilardonun ortak kaderi bu. Teniste Davis Cup, bilardoda Viersen'deki Dünya Milli Takımlar Şampiyonası'ndaki bu atmosfer, artık senede bir kereye has bir istisna da olsa âdet haline geldi. Sarı-kırmızı-siyaha boyanmış alevler labirendinde yürümeye çalışan iki turkuaz... Ama yine de nefesleri kuvvetliymiş, o labirendin ucunu görmeyi başardılar. O destekle son sokağa yalnız başına, güle oynaya girmesi gerekirdi Almanya'nın... Dünyanın ilk 3 ülkesinden biri olduğumuzu, yine, zihinlerinden çıkartamadıkları korkulu bir hayalet gibi kazıyoruz.

3 Şubat 2013 Pazar

Bilardoda Üç Bandın Arasına Kaç Psikolojik Eşik Sığar?


Frederic Caudron (BELÇİKA)-Dick Jaspers (HOLLANDA) maçı, 3-bant bilardo tarihinde psikolojik eşiklerden birinin aşılmasına sahne oldu bugün. (3 Şubat Pazar, Fransa) Çok kritik bir psikolojik eşik aşıldı. 44-7’den dönüp maçı 47-50 kazanmak… Yani 43-3’lük bir ‘gizli skor’. Bırakın kapanmasına böylesine farklara çok az şahit oldum. Geçen sene Blomdahl-Kasidokostas’ı 50-7 mağlup etmişti mesela; o da nadirattan…
Caudron'un kronik geriden gel(eme)me sıkıntısı malum. ‘Sarı top fobisi’ni yendi. Asoyu alamamak yani maça ortalama 6 ila 12 sayı önde başlayamamak onun, oyun kurgusunun en can alıcı enstrümanlarının birinden yoksun kalması demekti. Defalarca gördük ki, maç ortasında yenik duruma düştüğünde eli ayağı dolanıyor ve balçığa saplanır gibi pasifize oluyordu. Sistemlerden çok istifade eden Jaspers’ın aksine, his ve sezgilerine dayalı bir oyun stilinin temsilcilerinden olduğu için duyularıyla beyni arasındaki sinaps bağlantıları kesintiye uğruyordu. Merckx, Choi gibi oyuncular bu zaafı tespit edip defalarca üzerine üzerine çullandılar sayı makinesinin. Bugün hem kendini aştı hem de bütün bilardocular için birçok kapı araladı, açtı.
Psikolojik eşiklerin sporda ne kadar önemli olduğunun bir örneğine daha bu maçta şahit olduk. Bu maç birçok psikolojik motifi ispatlamak için oynandı sanki. Örneğin, Caudron psikolojik eşiklerden biri olan 20'lik seriyi yakaladıktan sonra 21. sayıda motivasyonunu birazcık yitirdi ve yapamadı. 10, 15 ve 20 gibi yuvarlak sayılar genel eşiklerdir. Bu eşikler kişiselleşebilir, kimisi için 7 de eşik olabilir mesela. Zihnin ‘eşik bekçisi’ni nereye oturttuğuna bağlı. Kaldı ki 21. sayı çok zor değildi. Bir başka örneğini geçtiğimiz haftalarda Forthomme'la yaşamıştık. Dünya rekoru, psikolojik eşikti. O eşiği yakalamış ama aşamamıştı. Dolayısıyla rekora ortak olmakla yetinmişti.
Maçın en kritik ânı; Jaspers'ın o dakikaya dek, daha hiç, zaman uzatma kullanmamasına ve farkla önde olmasına rağmen bütün bunları unutacak kadar gergin olduğunu rakibine hissettirmesiydi. Ki normalde zaman uzatma haklarını en yerinde kullanan oyunculardan biridir. Birçok maçı kazanmasında onun orijinal ‘time out stratejileri’nin çok payı olmuştur. Birçok kez uzatma haklarını karot çözerken değil, serisindeki düğümü çözebilmek adına kullanır. Örneğin, serisinin 10. parçasında ama maçtaki psikolojik savaşın en can alıcı yerinde… Çünkü o 10. sayının rakibe yapacağı tesiri birçok şeyden yeğ tutar.
Saatin uyarısı ve hakemin seriyi durdurmasından sonra yerine otururken şaşkındı. Bu, “Ben 40 saniye hududunu ve uzatma hakkını nasıl unuttum?”un şaşkınlığından daha başka bir şeydi. Bilinçaltına itmeye çalıştığı, rakibinin şahsına ve geçmiş rekabetlerine dair olan bütün anılarının nasıl bir anda fışkırdığına ve bir anda bütün bedenini nasıl bu denli hızla kapladığına şaşırıyordu asıl. Ama asıl büyük hatası; kaygılarının, korkularının kaynağına yani rakibine, yüzünün feci şekilde birkaç ton birden atmış rengini sakınmadan bütün çıplaklığıyla göstermesi oldu. Kural gereği, topların silinip Caudron’un açılış sayısı için masaya gelmesi gerekiyordu. O kısacık aralıkta, kader onları yan yana duran iki sandalyede bir araya getirdi. Jaspers daha da beklenmedik şekilde rakibiyle lafladı. Dudaklarını titrete titrete gülüştü onunla. Korku objesi, başka bir deyişle kendisinde ‘yoksun’ olduğunu düşündüğü ‘güc’ün, ‘silah’ın ete kemiğe büründüğü varlık yani adam karşısındaydı. (Kendisinin tam aksine; hızlı, pratik oynama-düşünme tarzı, kısa sürede ve rahatça yüksek serilere ulaşabilme yetisi… Maç öncesinde, “Yarın daha hızlı düşünmem gerekecek.” beyanatını vermiş olması neyin yansıması, açığa çıkması acaba?) O sırada Caudron ise; Hollandalının, güya buz adamın, kızaran şakaklarını, fırlayan alın damarını, sertleşen burun kemiğini bol bol temaşa ediyordu. Dillere destan ve en büyük silahı olan konsantrasyonu o anda çoktan yerle yeksan olmuştu Jaspers’ın…
Hâlbuki, ‘elin füzesi’ne iç geçireceğine kendi ‘ağır silahları’na yoğunlaşması yeterliydi. Derin bir nefes, kısa bir süre gözlerini kapatması ve kesinlikle konuşmadan kendini dinlemesi, iç sesine kulak vermesi, toparlamasına yetebilirdi belki büyük üstadın.
Bir psikolojik etken de şuydu maçta: Frederic Caudron’un yakın arkadaşı ve vatandaşı Leppens yan masada 18’lik bir seri yakaladı. Bu Fred için bir göz kırpma gibi olmuştu. Maçtan önceki gün, Leppens yine geride olmasına rağmen (tabii ki 37 adımlık bir mesafenin takibi değildi) Jaspers’ı yakalamış ve en azından beraberliği kurtarmıştı. Çocukluktan tanışıyorlar mı bilmiyorum ama geçmiş kodların olumlu ya da olumsuz yönde çok kuvvetli olduklarını biliyoruz. Kıvılcımı tutuşturan Lepi’nin bir mimiği miydi? Yoksa tribünde, maçın tüm gidişatını yüzünden okuyabileceğiniz, Fred'in G. Koreli kız arkadaşının desteğini de hesaba katalım mı?
Kozoom ve bu resimleri kolaj haline getiren Tuncay Akay'a teşekkürler...

Not: AGIPI turnuvasında ‘ölüm grupları’ndan sağ çıkıp çeyrek finale yükselen Tayfun Taşdemir ve Lütfi Çenet’i canıgönülden tebrik ederim. Dünyadaki az sayıda ‘total oyuncu’dan ikisinin yanı başımızda olması bizim için büyük şans olsa gerek. Tabii ki onların da yanı başında duran (bir zamanlar, diyelim) Prens’in ‘gen aktarımı’nı unutmamak kaydıyla…