Sayfalar

13 Ocak 2016 Çarşamba

"İyi ya da Kötü" İnsana Has Bir Teatrallik: "Sen Olsan Ne Yapardın?"




Bu videoyu izlerken hönküre hönküre ağlamaklar, dövünmeler, bıyık altı gülmeler ve kahkahalar niye giriftçe birbirine sızıyor? Bu karmaşık sorunun cevabını arıyorum. “Niye Yeşilçam’a bu kadar ağlarız, güleriz?” diye sempozyum soruları vardı. Kurmacayla gerçeğin birbirine ulandığı, dolandığı bir durum var ‘prodüksiyon’da. Parası yetişmeyen müşteri, oyuncu. Yardım eden kadınsa ‘gerçek’ hatta sahici. Sözleri ‘replik’ olsa ancak Müjde Ar bu kadar karakteristik çemkirirdi, hissine kapılıyorsunuz. (“Hiçbir yerde bulamazsın beni!”) ‘Müşkül’ü oynayan oyuncunun gözleri öyle çok fırıldanıyor ki muhtaciyetten malûl, soğukkanlı ve sempatik dolandırıcı anıştırması bıyık altı gülmelere yol açıyor. Öte yandan, kadını, çıkış kapısına son engel olarak gören, bir yandan hodbin bir yandan donuk adamın, muhtemelen önündekini ‘ne de olsa kadın’ görmesinden mütevellit kuşkuculuğu ve tutukluğu… (Bir de bunun, kasiyerin karşı cins olduğu veya sırada çapkın ve müşfik erkek olan versiyonları da çekilebilir.)
Ekranın köşesindeki Altan Erkekli, kamera objektifleri derken, olayı izleyen bir dolu göz katman katman iç içe geçmiş halde. Ve evdeki izleyici gözü tarafında şu da var: Robin Hoodculuk var ya serde, köşe bucak kamufle edilen kameralar yokmuş da, ‘gerçek hayat’ta da bu oyunculuk mahareti sergilenip eve bebek bezi, süt vs. götürülebilse fantezisi… Ve oturup ayağını uzattığı yerden buna zahmetsizce göz yuman bu ‘subjektif etiğin’ yaşadığı bedava haz…

Bu ‘overacting’ler, ‘benimkisinin oyun olduğunu unutmayın’lar, öte yandan teselli de ediyor hönküre hönküre ağlayan izleyiciyi… Ancak oyunda görülebilir veya devlet-özel fark etmez TV’de olabilir böyle şeyler demecilik… Zaten baştan dış ses, prodüksiyonun ne kadarının oyun ne kadarının gerçek olduğunu söylüyor. Ve yine ‘kopma’ evresine henüz erişmeden altyazı istatistiği de, sizi az sonra, bugün Türkiye’de, 2002’nin %30’larına kıyasen ancak %2 kadar muhtemel bir olay için hönkürteceğiz, diye peşinen teskin ediyor. 
Kahkaha kısmına gelirsek, kasada bir umut, şefkat bekleme vaziyetinin kadın tarafından böylesine uzatılmasındaki şuurlu-şuursuz karışımı kurnazlık ve bu kurnazlığa duyduğumuz aşinalık, şartlar ne kadar gerçek olursa olsun “iyi ya da kötü” insana has bir teatrallik içeriyor.  

10 Ocak 2016 Pazar

Marnie Oradayken ve Ghibli’nin Hayaletleri


Anna’nın derdi köksüzlük; hayatta bir dayanak, mesnet bulamayış ve nihayetinde umutsuz, güvensiz bir yalnızlık. Marnie’nin sırma saçlarına ve kuleye yapılan vurgular, ister istemez bir diğer yalnız Rapunzel’i de çağrıştırıyor. Bir farkla; burada Marnie, kurtarılmak için değil de daha çok Anna’nın kendisini, yeteneklerini keşfetmesini sağlamak ve onu daha özgüvenli, sağlıklı biri yapmak için orada. Ama bence Ghibli’ciler içerikten bir adım daha önde tutuyorlar biçimi. Onların derdi bir sükûn atmosferi yansıtmak. Bununla birlikte doğadan yakaladıkları o sakin tablolarla (örneğin, filmin sinematogrofisinde güneşin çeşitli halleriyle birlikte değişen renklerin suya yansımaları, çimenlerin durağanlığı), karakterlerin “henüz” dinginleşememişlikleri arasında bir tezat beliriyor. Bu gerilimi genelde filmin sonuna dek koruyorlar.
Marnie Oradayken’de de hikâye en sonda çözülüyor. Zaten yapmak istedikleri de bu: Doğa, çocukları ve filmi kuşatan olgun ve bilge rol modeli, çocuklarsa kendilerini ve hayatı tanımaya, keşfetmeye çalışan çaylaklar. 
Marnie Oradayken'de iki hayalet” var: Biri “Doğulu” olan, Japon gelenekselliğinin sembolik temsilcisi olan doğa, (yakuta vs. gibi kıyafetler veya festival ikonografileri de elzem pratik işlevi olmayan, yalnızca bu Doğulu ve tarihsel anlamlar-değerler dünyasının sosyal hayattaki temsilî görünürlüğü olarak duruyor film anlatısında) diğeri ise Anna’ya da “şifa olacak” İngiliz köşkün kurtarıcı aklı.