Anna’nın derdi köksüzlük; hayatta bir dayanak, mesnet bulamayış ve nihayetinde umutsuz, güvensiz bir yalnızlık. Marnie’nin sırma saçlarına ve kuleye yapılan vurgular, ister istemez bir diğer yalnız Rapunzel’i de çağrıştırıyor. Bir farkla; burada Marnie, kurtarılmak için değil de daha çok Anna’nın kendisini, yeteneklerini keşfetmesini sağlamak ve onu daha özgüvenli, sağlıklı biri yapmak için orada. Ama bence Ghibli’ciler içerikten bir adım daha önde tutuyorlar biçimi. Onların derdi bir sükûn atmosferi yansıtmak. Bununla birlikte doğadan yakaladıkları o sakin tablolarla (örneğin, filmin sinematogrofisinde güneşin çeşitli halleriyle birlikte değişen renklerin suya yansımaları, çimenlerin durağanlığı), karakterlerin “henüz” dinginleşememişlikleri arasında bir tezat beliriyor. Bu gerilimi genelde filmin sonuna dek koruyorlar. Marnie Oradayken’de de hikâye en sonda çözülüyor. Zaten yapmak istedikleri de bu: Doğa, çocukları ve filmi kuşatan olgun ve bilge rol modeli, çocuklarsa kendilerini ve hayatı tanımaya, keşfetmeye çalışan çaylaklar.
Marnie Oradayken'de iki hayalet” var: Biri “Doğulu” olan, Japon
gelenekselliğinin sembolik temsilcisi olan doğa, (yakuta vs. gibi kıyafetler
veya festival ikonografileri de elzem pratik işlevi olmayan, yalnızca bu Doğulu
ve tarihsel anlamlar-değerler dünyasının sosyal hayattaki temsilî görünürlüğü
olarak duruyor film anlatısında) diğeri ise Anna’ya da “şifa olacak” İngiliz
köşkün kurtarıcı aklı.