Bu röportaj bir günde yapılmadı. 2015’in baharında başladık
kaydetmeye. Birçok şeyin sığmadığını sezinliyorum. Kâmuran Hoca, hatırına
geldikçe, soruların getirdiği dönemeçler elverdikçe anlattı. Ama 84 yıldır hayatı
hakkıyla yaşayan bir ömrün ana hatları var burada. Belki, “Babamı tanımıyorum
hiç”in veya anneyi sekiz yaşında kaybetmenin getirdiği yoksunlukların telafisi
için böylesine sarılması gerekiyordu yaşama. Kâmuran Hoca her pazar benim de
korist olarak yer aldığım Ferahfeza Klasik Türk Müziği Topluluğu’nun
çalışmalarına ve konserlerine geliyor mızraplı tanburuyla. Bununla birlikte
beste çalışmalarına devam ediyor. Belki askerlikten kaynaklı çok disiplinli,
dakik biri. Örneğin bu röportajlar koro çalışmalarının aralarında veya
çıkışlarında yapılmadı, bu “iş” için özel günler ayırıp programladı.
“Ama hiç unutmadığım;
daha çocuğum, inan ki 6 bile yokmuşumdur, Çakır Gazinosu vardı. Sonra Çakıl
oldu. Dolmadır, altı denizdi. “Çakır’ın Yeri” diyorlardı. Tahtaların
aralıklarından altta gezen sandallar fark edilirdi. Sandaldan yukarı
bakıldığında ise gazinonun ışıkları görünürdü. Muazzez Akçay söylüyordu. Ve ne
söylüyordu biliyor musun? Benim olsan seni bir gül gibi koklar sararım / Ah
yasemen saçlarını her gece okşar tararım…”
“6 bile yokmuşumdur,” çağlarından bir enstantanenin coşkuyla
anlatıldığı röportajın bu kısmı, İstanbul’un hâlâ masalsılığını yitirmediği dönemine
ait; 1940’lara varılmamış henüz… Tahtaların aralıklarından sızan gazino
ışıkları ve nağmeler, Kâmuran Yarkın’ın hayatında uzun bir dönemi teşkil edecek
performans ve sahne yıllarının imleyicisi gibi olmuş. Belki yıllar boyu o
masalsı anın, arzunun peşinden gitmiş; sahnede insanlara müzik yapmanın tadını
duyabilmek için zorlu bedeller ödemiş; hatta her sabah işkampavya sırtında
Bahriye’ye gidip uzun yıllar sonunda bu hizmetten “tekaüt” olmayı beklemesi
gerekmiş. Ama hem mızrabıyla, yayıyla hem de besteleriyle kendini müzik
camiasına kabul ettirmiş. Müzeyyen Senar’dan Zeki Müren’e, Yıldırım Gürses’e,
Emel Sayın’a, Gönül Akkor’a pek çok sanatçı onun bestelerini okumuş, onlarla
turneler gezmiş. Belki de “Tanburun Hayali” ve hâlâ bestelemeye devam ettiği diğer
Batı müziğiyle harmanlı saz eserleri o anın çekirdeğinden nüve bulan esinler...
Sandala akseden nağmenin büyüsü ondan taşmış, çocuklarına, gelinlerine,
torunlarına kadar yayılmış. Röportajı okurken göreceksiniz, o güzel nihavent
şarkısına atıfla, hiç de “sisli bir hayal
gibi değil içinde hatıralar”; 6 yaşında tahtaların arasından yüzüne sızan
ışık hâlâ gözlerinde ve sözlerinde capcanlı, kıvrak ve uykudan uyandırıcı...
***
Annenizin ve
babanızın müzikle ilgisi var mıydı?
Babamı tanımıyorum hiç. Babam ben beş aylıkken ölmüş. Annem Fahriye Hanım'ı sekiz yaşındayken kaybettim ama o geçen zaman içinde udunu dinledim.
Dolayısıyla kulağımda güzellikler var musikiyle alakalı. Babamın müzikle
alakası var mıydı yok muydu bunu hatırlamıyorum. Güzel sesli derlerdi
büyüklerimiz onun için. Babamı resimlerinden biliyorum, o kadar...
Hangi semtte
doğdunuz?
Ben Fatih doğumluyum. Horhor Caddesi’nde Suphi Paşa
Konağı’nın yanında Molla Rebi’nin Konağı’nda biz otururduk. Osmanlı’da din
ulemasından olan fetva emininin torunları otururmuş orada. Fetva emini, ordu
sefere çıkarken ordunun önünde dinî, hamasi konuşmalar da yaparmış. Fetva
emininin konağı; haremlik ve selamlık bölümleri var, hamamı var… Koca bir
konaktı. Orada doğmuşum.
Bir aile mi
yaşıyordunuz konakta?
Hayır, bizim üstümüzde oturan vardı. Altlarında biz vardık,
fakat bizim altımızda yaşayan yoktu. En altta ise bedava olarak, onların
uzaktan akrabaları otururdu. Gariban bir kadıncağıza vermişler, o oturuyordu.
Fatma Hanım... Koca bir konak, o devirler... Beş lira ev kiramız vardı. Yüksek,
geniş odalar... Masanın üstüne çıktığımız zaman ampul değiştirmeye
yetişemiyorduk, öylesine yüksek tavanlı. O devirlerin mimarisi tabii.
Okula Erenköy’de başladım. Zihni Paşa İlkokulu’nda başladım.
Erenköy Camii’nin müştemilatında. Şimdi kız meslek yüksekokulu oldu. Ortaokulu
Kadıköy 1. Orta’da okudum. Şimdi Kenan Evren Lisesi oldu, Şükrü Saraçoğlu
Stadı’nın hemen yanında. İki tane kâgir bina vardır. Her iki binada da okudum.
Liseye de Haydarpaşa’da gittim. Haydarpaşa Lisesi.
Babanız nereliydi?
Babam İstanbullu. Dedem Yanbolulu. Yani o zaman Osmanlı’nın
Edirne’ye komşu olan bir eyaleti Yanbolu. Benim dedem İbrahim Bey Yanbolu beylerbeyiymiş.
Oğlu olan babam Şükrü Bey, şimdiki Harbiye var ya, Harbiye Okulu oradaydı, orada okumuş,
sonra Ruslarla harplere girmiş, 1908’lerde... Annemin babası olan dedem de
askerliğini Edirne’de yapmış. Annem Edirne doğumlu. Annem henüz altı-yedi
yaşlarındayken, öbürleri de daha kundaktayken İstanbul’a göç etmişler. Orada 22
odalı evi varmış dedemin, o evi de bırakıp İstanbul’a geliyorlar. Bulgar Kralı
Boris giriyor Edirne’den içeri ta Silivri’ye kadar yanaşıyor, Çatalca’yı falan
elde etmiş Balkan Harbi’nde. Marmara Denizi’ne ayağını bastığı, “İstanbul ben
geliyorum!” dediği resmi gördüm ben. Ondan sonra rezil olmuş, o ayrı tabii…
İşte o Balkan Savaşları’nda İstanbul’a göç etmişler.
Müzisyenlerin hangi
aile içinde ve hangi ortamlarda büyüdüğü, özellikle okul öncesi, kulaklarına
dolan gelenek nedir, onları merak etmekteyim. Örneğin, anneniz udu nerede
öğrenmiş?
Bunu bilmiyorum. Ama anlatılan bana şu ki, o devirlerde iyi
aile kızları Fransızca, edebiyat eğitimi alıyorlar, bunun yanında ud, piyano dersi
görüyorlar, çalıyorlar. Eskiden TV, radyo, sahne vs. yok… Kadının evde kocasına
ud çalması bir ambiyans... Ekseriya evde kadınlar saz çalıyor. Annemin, biliyorum,
Fransızca konuştuğunu, edebiyattan anladığını...
Babasının ne iş
yaptığını biliyor musunuz?
Tabii biliyorum, paşaydı babası, Miralay Cemal Bey kızı diye
evlenmiş annem; ondan sonra paşalık da gelmiş. İşkodra’ya vali tayin edilmiş.
Arnavutluk’a. Oraya gitmek istememiş. Ve sonra tekaüdünü istemiş ve paşa olarak
emekli olmuş. Fakat bilemiyorum tabii, miralay maaşı mı paşa maaşı mı aldılar
teyzelerim ve annem, bunu bilemiyorum. Dolayısıyla iyi bir aileden geldiği için
ihtimam görmüş. Kendisinin Fransızca ve müzik hocası olduğu gibi küçük dayımın
da keman hocası olduğu söylenirdi. Osmanlı’nın son dönem tavrı bu.
1910’lar sanırım.
Evet annem 1900 doğumlu zaten. 1918’de evlenmiş, Harp’in
bittiği sene. Velhasıl, kulağımda bu nağmeler hep kalmıştır. Tek başına çalardı
bazen gelenlere. Ben dizinin dibinde otururdum. Annemin o zaman okuduğu
şarkılardan birkaçını hâlâ hatırlarım. O zamanın yeni şarkıları. Hicazkâr ve
rast 2 şarkı okurdu, unutmam. Hacı Faik Bey’in rast şarkısı: Jâleler saçsın nesîm, gülzâra dönsün cûybâr
/ Feyz-i nisan ile pür olsun çemen gelsin bahar / Gülşen-i
rengi hazan etti yeter çün târümâr / Feyz-i nisan ile pür olsun çemen gelsin
bahar / Gonca açsın gülsün artık bermurad olsun hezâr. Hatta bunu dedemi anarak
okurdu. Sekiz yaşına kadar annemi iyi bildiğim için… Kadın genç öldü, 39
yaşında öldü. Teşhis de koyamadılar, ağzından kan geldi. Halbuki mide kanaması
geçiriyormuş. Verem zannetmişler, verem hastanesinde “Verem değil,” demişler. İntaniye
filan derken üç-dört gün içinde gitti kadın. Mide kanaması, delinmesi kötü bir
şey, zamanında müdahale edilemezse, önlem alınamazsa üç-dört günde
götürebiliyor. Kader dedik, alın yazısı dedik.
Ondan
sonra müzikle iştigal etmedim. Kendi kendime şarkılar söylerdim en fazla. Büyük
teyzemin piyanosunu buldum. Annemin teyzesi yani. Onların evinde bir şeyler
çıkarıyordum. “Ya bu çocuk bayağı bir şeyler çıkarıyor,” diyorlardı,
hatırlıyorum. E tabii, musiki bir yerden başlayacak. Durup dururken müzisyen
olmadık ki. 1945 senesinde yaz gibi II. Dünya Savaşı bitti. Okullar tatil oldu.
Ben de 13 yaşındayım, 14’e giriyorum.
Ortaokul yılları.
Evet,
ortaokuldaydım. 43 senesinde başlamıştım ortaokula. Erenköy’de yokuştan inerken
eski istasyonun yakınlarında Halkevi vardı. Aslında halk odası denebilir, ufak
bir yerdi. Orada musiki toplantıları filan yapıyorlardı. Bir arkadaşım şarkı
okuduğumu biliyordu, “Hadi gel biz de gidelim,” dedi. Birkaç defa dinlemişti
beni, Sahrayıcedid’den tanıyor beni. Zeyneddin; beş yaş büyük benden, 1927
doğumlu. Fasıl heyetini onlar yönetiyor orada. “Gel bakalım,” dedi, “otur.”
Arkadaşım “İyi şarkı okur,” dedi. “Mâni oluyor hâlimi takrire hicabım” filan…
“Tamam,” dedi, “fasıl heyetine alıyoruz seni.”
Müzeyyen Senar’ın Atatürk’e
okuduğu şarkı.
Evet, ben de onu okudum.
Sene 1943.
Evet, 43. Fasıl heyetine aldılar ama nasıl gidip geleceğim,
okul başladı. Orada çok değerli insanlar vardı, örneğin Rakım (Elkutlu)
Hoca’nın oğlu vardı, Şuayip Elkutlu. Piizan, içkici miçkici ama musikiye ilgisi
derin. İki tane de kızı vardı. Türk musikisi nazariyatı, makam vesaire, o
dersleri o verirdi. O zaman ilerdeydiler, kimler vardı: Zeynettin Maraş,
Muzzaffer Gülek, ki Bayındırlık Bakanı Kasım Gülek’in amcazadesiydi… Sabahattin
Volkan ve arkadaşları Radyo’ya giderlerdi 45-50 arasında. “Rebabdan Sesler”
diye program yaparlardı. Enis vardı, Udi Nejat, Tanburi Solak Cemil vardı. Hatta
Tanburi Solak Cemil’in beyati makamında Bin
ah dökülür tanburumun nağmelerinden, kan ağlar içim yaş dökülür didelerimden
diye başlayıp devam eden bir şarkısı da vardır. O heyette onlar vardı. Çok bir
şey aldığım söylenemez ama az da olsa kökten bir şeyler alabildim. Kulak
dolgunluğu… Birkaç şarkı öğrendim en azından. Hoşuma da gitmeye başladı. Evden
de zırt pırt sağa sola gitmemize müsaade etmiyorlardı o kadar. Ne varsa onu
yaptım, yeri geldi bateri bile çaldım.
Evden müsaade
etmiyorlar, derken ana-baba rahmetli…
Tabii, benim vasim dayımdı. “Serseri mi olacan!” falan
gibilerden…
Ama keman öğrenen
dayınız değil?
Hayır. Büyük dayım. Keman öğrenen dayım ayrı. O uzaktaydı.
İki kardeşine bakıyordu zaten. Ben de boş durmuyorum. Sene 50 filandı. Nota
doğru dürüst bilmiyorum ama beste yapıyordum. Aklımda tutamam. Bugünkü gibi
teyp yok, bir şey yok. Üç tane beste yaptım ben.
18 yaşında.
Evet, 19 yaşıma girdiğimde bitti bunlar. Segâh, sultaniyegâh
ve hicaz. Fahrettin Çimenli hatırlıyor bazılarını, sen bunları okuyordun diyor,
falan… 54’te okuduğumu hatırlıyor. Bir tek hicazı unutmadım. Onu notaya aldım.
60’lı senelerde yolladım Radyo’ya. Geçti oradan. Öbürlerini unuttum. İnan ki
bir nebze aklımda yok. Sonra asker oldum. Asker olunca iyice koptum sahadan.
Lisede mi askerî
eğitim aldınız? Yoksa…
Haydarpaşa Lisesi’ne gittim. Haydarpaşa Lisesi’nde o sene
takıntım vardı. Bir sene uzadı mezuniyetim. Ben de öbür seneyi bekleyeceğime
dedim, gideyim kısa yoldan asker olayım, maaşımızı alalım. 51-52 senesinde
maaşa geçtim. 147 lira 50 kuruş maaşımız vardı. Orada iken de mesela Fahrettin
Çimenli’yle tanıştım. Bağlama çalıyordu. Bağlamayla saz eserleri çalıyordu. Udi
Nevres’in saz semaisini, Şehnaz Longa’yı, Nihavent Sirto filan… Onu yanıma
aldım. Ondan bir şeyler öğrendim. Bağlamayı elime aldım onun yanında. Yaylı
tanburun ilahıdır, üstüne ben tanımıyorum. Bir kibrit çöpü koyuyordu bağlamaya,
telleri birleştiriyordu, “yaylı bağlama” yapıyordu. Düşün, çok akıllı bir
çocuktu. Zaten Türkiye’nin en iyi yaylı tanburu, bence. 57 senesinde teskere
aldı. Üç yıldı o zaman askerlik.
Tam anlamak için
soruyorum. Siz Haydarpaşa Lisesi’nden sonra askere mi gittiniz?
Hayır, Deniz Okulu’na gittim.
Neredeydi o
zaman?
Önce Kasımpaşa, sonra Yavuz Gemisi, Sonra Heybeliada,
Heybeliada’dan sonra iki tane fırfır taktılar bize, maaşa geçtik, gemilerde
görev yapmaya başladık.
Üç sene mi sürdü
bütün bunlar?
Hayır, iki sene. Hatta bize bir sene dediler. Lise okumuşlar
için bir seneydi.
Deniz Astsubay Okulu
değil mi?
Evet, Astsubay Sınıf Okulları. Ben Heybeliada’da elektronik
dersi gördüm. Elektronikçi olarak mezun oldum. 22 sene 2 ay hizmetim var
Askeriye’de. 5 sene de yıpranma süresi eklendi, 27 sene 2 ay üzerinden emekli
oldum Bahriye’den. 73 senesinde.
Senelerce tanbur alamadım. Maaşım zaten 300 lira. Tanbur 125
liraydı. Onu verdim mi sağım solum darmadağın olacağım. Ayın ne başını
getirebilirim, ne kıçını. 57’de evlendim ben. Gölcük’te musiki çalışması vardı
o zaman. 25 yaşımdaydım. Albay Süleyman Bey vardı. Tanburi. Şefliğini o
yapıyordu. Her zaman eline almıyordu tanburu. Arkada bir oda vardı. O odaya
giderdim, biraz bağlama da öğretmişti ya Fahrettin, tık tık tık çalardım az az…
Mızraplı mıydı o
tanbur?
Mızraplı. Binbaşı İlhan Bey vardı. “Tanbur mu çalıyorsun?”
dedi. “Lan böyle tanbur çalınmaz, çalpara gibi, nasıl kötü vuruyorsun!” Dedim,
“Hocam ne yapacağım?” Bir iki şey gösterdi. “Mızrap böyle tutulur mu ya,” dedi.
Parmaklarımın arasına sokmayı öğretti mızrabı.
Siz ud mızrabı gibi
mi tutuyordunuz?
İşte ben bağlama çalar gibi tutuyordum mızrabı. Ne bileyim
ben? Bilek hareketlerini gösterdi. Uğraştı biraz benimle. Ayda bir kere
geçiyordu saz elime. Güzel tanburdu. 62 senesine kadar tanburum olmadı. 30
yaşımdaydım. Fahrettin Çimenli ile Beyazıt’ta rastlaştık. Dedim ki “Tanbur yok,
çalamıyorum.” “Seni bir yere yollayayım,” dedi. “Çok iyi bir adam. Sana tanbur
da verir, ders de verir, her şey verir,” dedi.
“Nerde, bu kimin nesi?” “Agâh Dede, Salih Dede’nin torunu. Kumkapı
Nişanca’da atölyesi var. Orada tanbur yapar, ney açar. Şarapçıdır, tatlı bir
adamdır. Eli de çolak…”
Gittim, enteresan bir adam. Çok güzel ney üflüyordu. Tanbur
da çalıyordu fakat çolak olduğundan iki parmakla çalıyordu. Diğer parmakları
kımıldamıyordu, nedense bilmiyorum. Beni çok güzel karşıladı. Dedim ki “Tanbura
ihtiyacım var, param yok.” “Lafı mı olur, al götür, al şurada var bir tanbur.”
“Al götür ama nasıl ödeyeceğiz?” “Ödersin,” dedi “takma kafana.” “Ama bir rakam
söyleyin.” “Ayda 25 lira verebilir misin?” dedi. “Verebilirim,” dedim.
Fahrettin Bey’in
selamıyla gittiniz…
Tabii canım. “Veremediğin zaman da mühim değil,” dedi. Ne
adamlar var dünyada.
O gün çalabildiniz mi
orada, sesini duyabildiniz mi?
Evet az biraz. Çok da güzel bir tanbur değildi. Sonra yanına
gidip geldim. Fahrettin ondan geçki öğrenmiş. Ben de öğrenirim belki, diye
düşündüm. Orada iki tane önemli adam tanıdım. Biri Ercüment’in babası Kemal
Batanay, diğeri de Devlet Korosu’nun şefi Nevzat Atlığ’ın babası Nazmi Atlığ.
Çok büyük adamlar, oğulları bile benden büyük. Onlarla da sohbet ettim. Onlar
bana çok yakınlık gösterdiler. Tın tın tın çalıyorum. Adam “Aaaa ne güzel,
topal mızrap,” dedi. Espriyle karışık moral veriyor. Eski adamlar işte.
Sohbetler oldu işte, oğlunu anlattı. Nazmi Bey’in musiki bilgisi çok derin
fakat Kemal Batanay ise önemli bir tanburiydi. Ayrıca besteleri de vardı. Hem
de kıtıpiyos değil girift makamlardan. Velhasıl, orada öyle bir başlangıç oldu.
Ücretini de nasip oldu, ödedik.
E şimdi, tanburumuz da var. Ne yapacağız? Kemal Gediz diye
bir arkadaş var, o da Bahriyelidir, bizden. Demirhisar Gemisi’nde. Ben Anadolu
Kavağı’ndaydım o zaman. 61’de tayinim çıkmıştı oraya. Sazı aldım elime, ufak
ufak dokunuyordum. Kemal’se ud çalıyordu, sonradan Radyo’ya aldılar onu. “Naber
abi?” dedim. “Ne abisi, ben senden ufağım,” dedi. Bir akşam sahilde yemek
vardı, o ud çaldı, ben tanbur çaldım güya, beraber kırıştırdık çalıştırdık… Bir
sazla beraber çalınca hoşuma gitti.
Sonra bir çocuk daha vardı, Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne
gidiyordu. Bizden genç, geldi “Kâmuran abi, sen bayağı tınlatıyorsun, gel
Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne gidelim,” dedi. Oranın seviyesi yüksek diye
çekindim. “Ya,” dedi “dökülüyor millet, sen onlardan güzel çalıyorsun.” “Yok
baba”, “Olur baba”, “Olmaz baba” derken beni götürdü Cemiyet’e. Çok adam
tanıdım. Piyasada çalışanlar, sonra meşhur olanlar… Emin Ongan Hoca
çalıştırıyor tabii. “Bir taksim yap dinleyelim,” dedi. Ben de en arkada
oturuyorum, ufacık bir sınıf. Ahşap duvarlar paramparça olmuş. Suznâk
yapılıyor, benim tabii elim ayağım dolaştı ama yaptım. Hoşuna gitti. “Bayağı
güzel yaptın ama suznâk değil hicazkâr yaptın,” dedi. Güldük falan ama hoşuna
gitti.
Sene 63, bir senelik tanbur maceram var o zaman. Askerim,
imkânlarım kısıtlı, ne kadar çalabildim ise artık o bir senelik süre zarfında.
Akşam tam gidiyordum “Sen bu hafta Radyo kaydına gel,” dedi. 15 günde bir
cumartesi günleri 11-12 arası Üsküdar Musiki Cemiyeti, İstanbul Radyosu’na
program yapıyordu. Ben de gittim, programa dâhil oldum. Öyle başladı benim
macera.
Kayda uygun muydu
Agâh Dede’den aldığınız tanbur?
Bir sene sonra o tanburun yerine daha pahalı bir tanbur
almıştım. 900 liraydı.
Kimden aldınız?
Hadi Usta diye bir vatandaş vardı.
O neredeydi?
Laleli’deydi. Ana caddenin bir arkasındaki sokaktaydı.
Yaylı mıydı?
Yok mızraplıydı. O zaman yaylı yok zaten. Radyo’da yasaktı.
Piyasada vardı. Radyo’ya gidip gelmeye başladık. Fakat ben beste çalışmasını anlatmak
istiyorum. Emin (Ongan) Hoca dedi ki “Şarkı yapanlar var mı içinizde?” Üç-dört
kişi çıktı şarkı yapan. Amir Ateş de vardı. Amir on yaş ufaktır benden. Tabii
ufak yaşta başlamış, benim gibi 30’undan sonra almamış tanburu eline. Hoca dedi
ki “Şarkılarınızı şarkı söyleyen arkadaşlara geçin. Sizleri yukarı çıkaracağım,
biz hep beraber aşağıdan dinleyeceğiz,” dedi. “Kimse kimin şarkısı olduğunu
bilemeyecek, kendimize göre not vereceğiz,” dedi. Üst kata çıktık, 3-4 saz. 51
senesinde bestelediğim o hicaz şarkıyı arkadaşıma geçtim, ezberledi.
Kadın solist mi erkek
mi?
Erkek… İndik aşağı, Hoca, “Arkadaşlar şarkılar güzel…” Vay
anasını… “Bu hicaz kimin?” dedi. Ben utanıyorum, kızarıyorum “Hocam…” “Ulan ne
güzel şarkı yapmışsın!” dedi. Allah Allah, ben şaşırdım tabii, vay anasını
sayın seyirciler!!! “Bayağı güzel oğlum,” dedi, “Niye başka şarkı yapmıyorsun?”
“Hocam ben askerim ya biliyorsunuz…” Akabinde Emin Hoca’yla aramız çok
güzelleşti, beraber yedik içtik, konserlere gittik, uzaklara yakınlara, sağa
sola... Velhasıl, ben biraz tanbur adına bir şeyler yaptım o arada. Akşamları
orduevinin köşesine çekilip çalıyorduk aynı zamanda. İki doktor vardı, onlar da
geliyordu, çalıyorduk biz arkadaşlarla. Onlardan bir tanesi, “Benim bir şiirim
var, onu da bestelesene,” dedi. “Bestekâr değilim baba ya,” dedim. “Al,” dedi
“sen yaparsın.” İşte “Sen Kimseyi Sevemezsin” öyle oldu. 63 senesinde başladım
ben şarkıya, 64’te Radyo’dan geçti.
Orduevi yemeklerinde
çıktı.
Evet. Eve geldim ben. Bitirdim şarkıyı.
Eserleri kayda alıyordunuz.
Notayı hallettiniz demek o zaman…
Cemiyet’te tabii. Fakat öğrendim derken, çalıp da
yazabiliyorum. Öyle aman aman, otomatik bir notam yok.
Üç sene mi gittiniz
Cemiyet’e?
Sonrasında da devam ettim. Cemiyet konserlerine 70’lerde de
katıldım. Yeni Cemiyet’e bir-iki defa uğradım. Eski, ahşap, kırılıp dökülen
binadaki Cemiyet’e gittim, Ahmediye’de. Kimler yoktu, kimler yoktu. Bizim
konserlerimize Recep abi gelirdi. Recep Birgit. Tülûn Korman, Cahit (Peksayar) abi,
İnci Çayırlı…
Ben Radyo’ya gittim. Şarkı duyulunca, önüme gelen atladı,
ben okuyacağım, ben okuyacağım. Radyo’da okunmaya başladı şarkı, sevildi. Sonra
“Kâmuran abi, bizle işe gelir misin?” dediler. “Gelmez miyim? Gelirim…”
Kim dedi bunu?
Safiye Filiz diye bir solist vardı. Yani Radyo solisti.
Aldık sazımızı, gittik konsere, açtım ben sazı, “Bu mu?” dediler. “Evet, bu…”
“Mızraplı tanbur olur mu sahnede?” dediler. “Yaylı olacak.”
Radyo’da mızraplı,
piyasada yaylı.
Evet… Ses çıkmıyor ki sazdan zaten. Açık havada, bilmem
nerede. Paramız yok, ne yapalım. Bir banka müdürü vardı. Timbali çalıyordu. Ben
anlattım derdimi. “Yaylı tanbur lazım ama param yok şu an.” “Bende var,” dedi
“sana vereyim, fakat eski cümbüşlerden.” Dedim, “Baba para pul yok.” “Boş ver
be,” dedi “Kâmurancığım...” Ertuğrul adı. O da Agâh Dede gibi… “Al götür,
arkadaşız biz, iyi kötü sağa sola gidersin, sonra eline geçince verirsin…” “Kaç
para?” Dedi: “125 lira.” O saz hâlâ duruyor. Nerede biliyor musun? Çiğdem’in (Yarkın)
kardeşi var, Çağlar (Kırömeroğlu). Ona verdim. Şimdi tayin oldu. Burada
(İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu). Onun göğsü de cam deridir. O çalıyor.
İşe gitmeye başladım. Kaç lira? 60 lira, 40 lira, 50 lira.
Ne verirlerse… Halbuki 125 lira falanmış. Aldırdığım yok tabii. Evi İstanbul’a
taşıdım sonra. Elektronikten anlıyorum ya, radyo tamiri de yapıyordum. Lambalı
radyolar vardı. Daha teyp çıkmamıştı. Arabalar bile plak çalıyordu. Otobüslerde
bile büyük büyük plakları takıp çıkarır, çalarlardı. Onların tamirlerini
yapıyorum. Bazı evlere elektrik tamirlerine gidiyorum. 30 lira oradan, 40 lira
oradan. Turgay’la tanıştım, klarnetçi. 66-67 miydi? Ondan sonra bahtım açıldı.
“Abi seni işe yazalım,” dedi. “Ne işi?” “Gazino…” “Ben askerim.” “Olsun, gel be
abi, zamanın oldukça gidersin.” Öyle zaman oldu ki, aldığım yevmiyeyi asker
arkadaşıma verirdim, benim yerime nöbet tutardı. Maksat kopmayayım piyasadan.
Bir yandan tamirler
devam ediyor muydu?
Evet.
Neredeydi atölye?
Sıhhi tesisatçı arkadaşım vardı. Onun dükkânında yapardım. Anlattım
böyle tamir işleri falan filan. “Gel sana masa açayım,” dedi. Yüzde 40
veriyordum ona. Bedava değil yani. Örneğin, ben 30 lira diyordum, o müşteriye
50 derdi. Ben karışmıyordum.
Hangi semtteydi?
Gümüşsuyu’ndaydı. Alman Sefareti’nin bir alt sokağı.
Oturduğumuz eve yakın.
İşyeri o sıra Anadolu
Kavağı’nda.
Evet, Boğaz’dı bizim bölgemiz. Anadolu Kavağı’ndaydı.
Anadolu Kavağı
nerede, Beyoğlu Gümüşsuyu nerede?..
Aslında basitti. Aşağıda Fındıklı’dan otobüs servisi
kalkardı 7’de. Sarıyer’e kadar götürür. Oradan askerî işkampavyaya bineriz,
Anadolu Kavağı’na varırız. Oradan da Cemse’yle işimize geçerdik. Üç vasıta. Ama
benim komutanım çok iyi bir adamdı. Son senelerde hele, 60 sonları 70’lerin
başlarında bana hep bol izin verirdi. Sabahleyin 8.30’da işbaşı yapardım, 11’de
yolladığı olurdu mesela. Eve gelir, soyunurdum, radyo madyo tamir ederdim,
akşam da işe giderdim.
Komutan müzikle
uğraştığınızı biliyor muydu?
Biliyor… Beste yapmıştım. Üs komutanı amiral geldi. “Nerede
o bestekâr, görelim bakalım!” dedi. Beni öne çıkardı. Hemen bir isim yaptım,
Askeriye’de de tanıdılar. “Hoşumuza gitti, aferin Bahriyelilere bak!” falan
gibi sıcak yaklaştı. Ayrıca futbol arkadaşımdı, futbol oynardık beraber.
Amma da faalmişsiniz
Hocam.
Yaş genç baba! Genciz tabii… Zaten ben 42 yaşında emekli
oldum. Hatta 42’ye de tam girmemiştim.
Ben geriye gideceğim
yine, merak ettim, Horhor’daki evde gramofon var mıydı?
Hayır, hiçbir şey yoktu. Hatta radyomuz da yoktu. Bizim bi
komşunun radyosu vardı. Tepeden fişli. Eskiden ampullerin kenarlarında fiş
vardı, dişi. Bir yılbaşı gecesini orda dinlediğimizi hatırlıyorum. Ama o
gramofonlara hep rastlardım. Nerede? Anaokuluna gidiyordum. Yolun üstünde
kahveler vardı. Meydanda kurarlardı, çalışırdı. Ama yakınlarımızın da vardı.
Çamlıca’ya giderdik. Onların gramofonları vardı.
Ne çalıyorlardı o
zaman, meydanda, evlerde?
Hani arabesk diyoruz ya, kofti şarkılar o zaman da vardı. #Olamaz
olamaz olamaz, annen bensiz olamaz… O yâr bensiz olamaz…# Neler neler… Zaten
40’lı senelerin sonunda Lütfü Güneri vardı. Selma’nın babası. Ahmet Üstün’le
amca çocuklarıdır. 48 senesinde Amerika’ya gitti. Bir daha gelmedi. Karısını
çocuğunu burada bıraktı. O da okurdu: “Bu gece barda gönlüm hovarda”… Ona
benzer bir dolu kofti majör şarkı… Münir Nurettin Selçuk’un bile vardır kofti
majör okudukları. Daha çok bunları dinledim.
Ama hiç unutmadığım; daha çocuğum, inan ki 6 bile
yokmuşumdur, Çakır Gazinosu vardı. Sonra Çakıl oldu. Dolmadır, altı denizdi. “Çakır’ın
Yeri” diyorlardı. Tahtaların aralıklarından altta gezen sandallar fark edilirdi.
Sandaldan yukarı bakıldığında ise gazinonun ışıkları görünürdü. Muazzez Akçay
söylüyordu. Ve ne söylüyordu biliyor musun? Benim
olsan seni bir gül gibi koklar sararım / Ah yasemen saçlarını her gece okşar
tararım… Kaç sene geçti, Allah Allah… Çocuğum ama, üst üste tekrarlandığı
için kulakta kalıyor. İbrahim Şirin var ya, Arap çocuk. “Arap Bacı” lakaplı
Dursune Şirin’in oğlu. Bana nota getirdi. “Abi, bunu geçelim mi?” dedi. Baktım
bu şarkı, “Aaaa, ben bunu biliyorum.” “Nerden?” “Bilmiyorum ama biliyorum…”
dedim. İçimde vardı şarkı. Onu geçtik. Okumak istedi, olmadı, doğru dürüst
okuyamadı. Ben bunu Gönül Akkor’a söyledim, “Gönül kardeş, böyle bir şarkı
var.” Beğenmedi. Burun kıvırdı. Sonra Mustafa Erses, Muazzez Abacı’ya verdi
şarkıyı. Noldu biliyor musun? Hit! Milyonlar sattı. Böyle bir şey mi olur ya?
Onun için her şey kısmet… Bak altı yaşında dinledim, nereden nereye…
Gönül Akkor pişman
oldu mu?
Yok olmamıştır… Bilmiyorum.
İhtiyacı yok.
Ha, yani… Bilmiyorum ne oldu… Ama ben onun üzerinde durmuştum.
Bayağı güzel bir şarkıydı. Nitekim sonra da şarkı kendini ispat etti. Öyle aman
aman klasik bir tavırda değil ama günceldi, insanı alır götürür. Mustafa Erses
de takip ederdi eski şarkıları. Ki önemli bir insan. Ayrıca güzel de okurdu.
Benden üç buçuk yaş ufaktı. Erken öldü. Çok genç öldü, içkiden.
Gazino deyince
aklımıza daha çok 60’lar geliyor ama öncesinde de var… 40’lar, 50’ler.
Ben o zaman çok iyi bir müşteriydim. Mesela Tepebaşı
Gazinosu’na Tur (Sabite) için giderdim. İçim çekiyor demek ki… Tanburu tanımıyorum
daha ama…
Dinleyici olarak
ilgiliydiniz…
Evet, dinleyici olarak. Selahattin Pınar’ı dinlerdik. Radife
Erten’i dinlerdik.
Hangi seneler?
53, 54, 55 ve 60’a yakın… 60’tan evvel ama. Zaten 60’tan
sonra ben kendi maceralarıma daldım.
Tanbura zaten 30
yaşında başladınız.
Evet, 62’de. Öncesinde de tek tük var ama sazım yoktu
malumun. Sazı aldığım tarihi başlangıç sayıyorum. Onu da uzun zaman çalamadım
ki zaten. Mesela 66’da Almanya’ya gittim, 6,5 ay... Saz evde durdu 6,5 ay.
Sonra Kıbrıs hadiseleri. Gittik Çanakkale’ye.
Almanya’ya yine
askerî görevle mi gittiniz?
Evet. Elektronik beyin kursuna gittim. Üç-dört ay da
Çanakkale’de kaldım mı? Dönüşte bizi Gölcük’e verdiler mi? Piyasa miyasa, iş
güç her şey birkaç sene bitti. Ne zamana kadar? 68’den sonra ikinci bir yarı
başladı benim için. 66-67 tamamen boş geçti. Sazıma dokunamadım bile. Almanya,
Çanakkale, Gölcük…
Müzeyyen Senar’ı
canlı dinlediniz mi?
‘Canlı dinledim’i bırak, ben 73’te Müzeyyen’le turne gezdim.
50 dönemini?
Evet, canlı dinledim. Plaklarını da dinledim, gazino
programlarına da gittim.
Hamiyet Yüceses?
Hamiyet’in kardeşi Bahriye astsubayıydı. Beyi de Bahriye astsubayıydı. “Gitti de Gelmeyiverdi” var ya uşşak, Dede Efendi’nin,
onu da eşi için okurdu. Hamiyet demiş ki, “Nasılsa para kazanıyorum, emekli ol,
ayrıl.” Adamcağız istifasını vermiş, son seferlerini yapıyorlar, Atılay
Denizaltısı’yla dönerken Çanakkale’de batıyor ve adam gidiyor. İyi mi? Onu
buldular ama çıkaramadılar, neden? Çıkmak isterken bir denizaltı mağarasına
girmiş, takılmış, çıkamamış. 42 senesinde.
Velhasıl, onları dinlemek nasip oldu, ayrıca Radyo’da da
tanımak nasip oldu. Benim şarkılarımı da okudular. Özellikle 70’li senelerde.
Eyüp Uyanıkoğlu vardı, ne zaman yeni şarkı yapsam, tak, hemen okurdu! “Umudum
heyecanım bitmez pınardı bitti”yi (güftesi Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hicaz şarkı) yaptım,
tak, hemen okumuştu. Sonra Ahmet Üstün… “Kıllı” bir sanatçıydı. Devrin en büyük
sanatçılarındandı. Zeki Müren çıkmasa kimse silemezdi onu. Musiki bilgisi de
yüksek olan bir vatandaştı. Konservatuar mezunuydu. İcra Heyeti mezunudur o. O
da okudu benim şarkılarımı, örneğin, “Sanırım gündüzdü onlarla gecem / İçimde
ümitti dost bildiklerim” vardı, muhayyerkürdi, curcuna usulünde. Ne solistler,
ne sazendeler… Cevdet Çağla’yla tanıştık, senle konuştuğumuz gibi muhabbetimiz
vardı. Emin Ongan’la hakeza… Kimler, kimler… Aklıma gelmiyor şu an…
Hocam, 50’ler ve
60’ların gazino atmosferleri arasındaki farklar neydi?
Farkı söyleyeyim. 50’lerde çok ucuzdu. Herkesin ailecek
gidebileceği gibiydi. Meyhaneye giderken veriyordun beş lira, oraya giderken
veriyordun 15 lira. Krepen Pasajı’nda, eskiler bilir o pasajı, 10 çeşit meze, bir
şişe rakı beş liraydı. Bir şişe rakı 178 kuruştu bakkalda, Fahrettin Kerim
tırtıllı şişe... Onlar toptan alıyordu, 150 kuruşa. 10 çeşit meze ama tabaklar
minicik… Beş liraydı. Gazinoda iki arkadaş gidiyorduk, birer şişe şarap
içiyorduk, yemekler et met, adam başı 15 lira veriyorduk. 60’larda da böyleydi.
Ben gazinolara giderdim, müzisyenlikten önce, askerken de. 67-68’den sonra çok
çalıştım gazinolarda. Çarşamba veya perşembe kadınlar matinesi yapılırdı.
Pazarsa umuma halk matinesi yapılırdı. Matineye kadınlar, dolmalarla yemeklerle
gelirlerdi, “Oh yavrum!” falan bağrışmalar, şamata, kadınları bir görsen, bazen
gizliden içerlerdi, bazen masaya rakı getirtirler, öyle bir âlemdi. Lunapark
Gazinosu sanırım 1968 senesiydi, 10 lira mıydı neydi giriş, sadece giriş
parası, sandalyeye oturabiliyorsun o kadar, fakat içeride minder getiriyor, çay
servis ediyor, ekstra ücrete tâbi… İşte o senelerde, halkın gidebileceği
mekânlarken, 60 sonlarında gazinolarda rekabet başladı, artist fiyatları
yükseldi. Hani futbol takımları futbolcu almak ister ya, transfer etmek ister,
örneğin, Emel Sayın’ı ben alacağım sen alacaksın derken tak, 1.000 liradan
10.000 liraya…
Zeki Müren, Bülent
Ersoy, Emel Sayın, Gönül Akkor…
Bülent çok geç, 75’te başladı. Ayda 9.000 lira maaşla
başladı. Bedava sayılır. Biz 15.000 lira para kazanırdık ayda. Gönül Akkor
filan, birkaç bin veya 5-6.000 alırdı diyelim, birdenbire rakamlar fırladı.
50’ler, 90’lar 100’lere çıktı. Zaten Türk parası da çok komikleşti, milyonlara
çıktı rakamlar. Şirazesi bozuldu işin, cıvata fırladı yerinden.
Gösteriş, şaşaa
arttı, dekorlar, sahneler…
Hâlâ pahalı. Şimdi bir Günay yapıyor program. Alaturka cinsi
diyelim. Her gün koymuyor program, bazen üç gün bazen dört gün haftada. Fakat
çok pahalı, iki kişi çıkması bir binlik. Ne olacak? Bin, bin, bin… Orada 10
masa 10.000, 20, 50, 100 bin falan… Ayrıca çiçek parası, hovardalar vs...
Halk matinesinde
yemek masası yok?
Yok. Akşamlarda da yoktu. Sonradan o döner sahneler,
dekorlar, bilmem neler, mezeler, içkiler, rakılar, şunlar bunlar başladı, bitti
iş… Aksaray’daki Lunapark Gazinosu çok büyük bir yerdi. Fahrettin Aslan’ın üç
tane gazinosu vardı. Bir tane Boğaz’da, Maksim, Bebek Belediye’nin karşısında.
Taşlık Gazinosu Maçka’da. Bir de Taksim…
En son Beyoğlu değil
mi?
Evet, en son Taksim. Caddebostan Maksim’de de çok çalıştım.
Şimdi Migros var orada.
Bestelerin yapılış
hikâyelerinden bahsedelim mi? İlk besteniz olan hicaz eseri anlatmıştınız.
Eski bir şarkıdır o fakat ben onun sözlerini değiştirdim.
Önce ben kendim yazmıştım sözlerini. Ve beğenmedim. Nahit Abdülkadir Gökçöl’ün
bir şiirindendir güfte. 1948 senesinde bir mecmuada bir şiir yazmış. Olmuştu
ufuk fildişi, gök kırmızı mercan; sahil, gece, dal, bahçe, ışık, hepsi gümüştü
/ Bir al peçe halindeki fecrin dudağından sevdayı içen mavi deniz ayla öpüştü /
Canlandı hayalimde o gül parçası afet / Döndün mü dedim çiğnediğin aşka
nihayet, yaprak yanağından yere çiy damlası düştü. İkisi de mef'ûlü / mefâ'îlü
/ mefâ'îlü / fe'ûlün ikasında olduğu için uygun düştü, değiştirdim.
Niye değiştirdiniz
sözleri?
Çok beğenmedim ilk sözleri. Söylenmiş laflar. Çok gençken
yazdığım sözler, ne olacak onlardan?
İlk üç bestenizden
segâh ve sultaniyegâh vardı, onların sözleri kimindi?
Vallahi onları unuttum. Aradan kaç sene geçmiş? 64 sene
geçmiş.
Onlar 19 yaşında
yaptığınız besteler.
Hiçbir şey kalmadı ki yani. Ama şöyle bir şey var. Ama bugün
okusam kimse takmazdı, çünkü eski tarz şeylerdi. Tavrı, tarzı biraz eskiydi.
Hicaz aksaktır. Onlar aksak semaiydi sanırım. 10/8’lik, ağır parçalardı. Öyle
yetiştik zaten, musiki anlayışımız öyleydi. 60’tan sonra işler değişti artık.
#Ufacık tefecik# filan…
Mi la mi, mi la mi…
Ufacık tefeciktin yemyeşil gözlerin vardı… O beste nasıl çıkmış, hikâyesi vardı
onun değil mi?
#Mi la mi… Mi la mi…# Şekip Ayhan Özışık akort yaparken
hemen yazıyor onu, ufacık tefeciktin diye… Unutuyorum yoksa Kâmuran, diyordu… Aynı
lisede okumuşuz ama Haydarpaşa’dan tanışmıyoruz. O 31 doğumlu, ben 32
doğumluyum. Aramızda 3-4 ay fark var. Benden büyük Şekip’in. Sadun Aksüt de
Haydarpaşa Lisesi’nden. O da 32 doğumlu. O da benden 9-10 ay ufak. Aynı
jenerasyon. Ortaokulda Ekrem Bora vardı. Onlar İngilizcedeydi, biz
Fransızcadaydık.
Çok üstün bir
oyuncuydu.
Evet. Süleyman Turan, Kadıköy 1. Orta’daydı. Önce resim
filan yapıyordu, sonra film artisti oldu. İsmail Hakkı Bey’in torunu vardı,
Hakkı, o da oradaydı. Kadıköy 1. Orta’da çok tanıdıklarım var. İyi futbolcular
vardı, atletler vardı. Benim Türkçe hocam Niyazi Akkan’ın oğlu Erdal Akkan
yüksek atlamada Türkiye şampiyonuydu. Gül (Göre) Yazıcı var, onun babası, Karga
Vidin, o da oradaydı, 31 doğumlu. O da atletti. Abisi de Fenerbahçe’de atletti.
Onları ben Trabzonlu
zannediyordum.
Kökenlerini bilmiyorum. Ama Suadiyeliler. Çok eskiden beri
Suadiyeli onlar. Bizde lakaplar vardı o devirde. Karga Vidin, Pulcu Talat,
Artist Nejat, Figür Nejat… Bunlar hep arkadaşlarımızın isimleriydi Kampana
Celal, İncir İhsan… Bir tanesinde doğru dürüst isim yok, hep lakap.
Sizin kendinize has
deyimleriniz var. Onlardan örnekler verebilir misiniz?
Kimi Bahriye’den kalma. Laf arasında geliyor. Bazısı da
manalıdır, çok kişi anlamaz, şifre gibidir. Romanların kullandıkları tabirler
de var. Biz tabii, çalgıcı olduğumuz için çok görüştük… Şıngal (pezevenk) derler,
tahtakoz (polis), hıyız (kaka), tıran (yellenme) derler… Bir sürü kerizler var
onlarda. Romanlar arasında çok iyi dostlarım vardır, hakiki...
Bestelerin yapılış
hikâyelerine dönelim mi? “Sen Kimseyi Sevemezsin” yemek esnasında yapılmıştı
değil mi?
Evet. Yemek esnasında. Sonra hastaneye geçtik. Orada verdi sözleri
bana. Hatta orada biraz çaldım, maldım… Eve geldim ben. Evde besteledim onu.
Saat dörttü. Gittim, kaldırdım adamı yatağından. Doktor Doğan Işıksaçan. Mefluçtu
adam. İki yardımcıyla, değnekle dolaşıyordu. “Noluyor ya, gecenin bu saatinde?”
dedi adam. “Yaptım şarkıyı, dinle bakayım,” dedim. “Ooo,” dedi, “bayağı güzel
olmuş.” Uyku sersemiydi. Bir şey anladı mı bilmiyorum. Ha ha ha… Anlamamıştır
herhalde. Sonra eve döndüm. Şarkıyı yavaş yavaş notaya almaya başladım.
Beğenmediğim yerleri çıkardım, düzelttim. Anadolu Kavağı’na Kadri Şençalar
gelirdi. Neden geliyor oraya Kadri Şençalar, ne alakası var? Oğlu vefat
etmişti. Kızı da orada bir deniz subayıyla evli. 15’te bir uğrardı oraya. Bana
haber yollamış Doktor. “Git ya,” dedi “Kadri Baba içeride çekiyor.” “Eee?” “Dinletelim
şarkıyı, ne diyecek…”
Daha kimse bilmiyor şarkıyı. İki-üç günlük filan. Yeni
yazdım. Oturduk masaya. Çekiyorlar bir taraftan. Ben de içiyorum. Doğan Bey,
“Hocam bizim arkadaşımız Kâmuran Bey’in bir şarkısı var, bi dinler misin
acaba?” dedi. “Dinlerim, niye dinlemeyeceğim?” dedi.
Hoş hikâye...
Ya, böyle oldu… Şarkıyı okudum. Dilimin döndüğü elimden
geldiği kadar. “Vallahi, çok güzel balık tutmuşsunuz,” dedi. Sonra ilave etti,
“Kusura bakma, en iyi bestekâr da olsa, her zaman böyle balık tutamaz,” dedi.
“Oltayı atarsın ama gelmez. Çok güzel denk gelmiş.” Doğan Bey, ooo, çok mutlu
oldu. Çok genç öldü adamcağız. İstanbul Radyosu’na geldim. Yıldırım’a (Gürses)
dedim ki, böyle bir şarkım var benim. Bunu Ankara’ya yollayacağım. “Ankara’dan
Repertuar Kurulu’ndan geçer mi?” dedim. “Dur bi dakka!” dedi. Bir dilekçe
yazdırdı bana. Notayı çoğalttırdı.
Teksir makinesinde?
Evet. Ben temiz yazmıştım, elimizden geldiğince. Geçici
görevle Ali Rıza Bey diye bir adam, Radyo müdürlüğü yapıyordu. O imzayı atmış, “Tamam,”
demiş “Repertuara aldık,” demiş. Yıldırım Gürses okudu, o okuyunca bayıldılar,
Mediha Şen geldi sonra, sonra diğerleri peşi sıra...
Başka bestelerinizi
de okudu mu Gürses?
O zaman beraber dolaşmaya başladık, spora gidiyorduk falan… “Kâmuran
abi,” dedi “başka besten var mı?” “Evet, bir tane daha var.” “Nasıl bir şey?” “Ayrılık
Rüzgârı…” “Bu onun gibi değil, bu farklı,” dedi. Sahibinin Sesi’nden 45’lik plak
yapacaklar Yıldırım’a. “Bu ay içinde bu iş bitsin,” denmiş, “Yıldırım Bey,
şarkıları seç, gel.” Gidiyoruz arabada. Vibrafonist, akordeonist Çetin diye bir
arkadaş var. Bu çocuk matbaacılık da yapıyor. Hem Yıldırım’ın menajerliğini
falan üstleniyor. Yıldırım’ın eski bir Chevrolet arabası vardı. Yeşil; yollarda
kalır, itersin falan böyle bir araba… İşte o arabada gidiyoruz, “Kâmuran abinin
bir şarkısı var, Ayrılık Rüzgârı,” dedi. Çetin bana döndü, “Okusana abi,” dedi.
Ben okudum. “Ya,” dedi “Yıldırım sen niye bu şarkıyı okumuyorsun? Ben
menajerinim senin, sen aylardan beri şarkı arıyordun, ayağına gelmiş şarkı,
aramaya gerek var mı daha?” dedi… “Bundan daha güzel bir şarkı bul bakalım bana,”
dedi… “Okuyalım demek ki…” dedi. Norayr
Demirci diye bir adam var, şarkılara altyapı üstyapı yazıyordu. Feriköy’de apartmanda oturuyordu, 3. 4.
katta. Sonra Amerika’ya gitti; zengin… O da beğenmiş. Çaldı piyanoyu. “Bir
sesten oku,” dedim, bir sesten çaldı, okudu. Dedi ki: “Yıldırım, çok güzel,
hemen altyapıyı yazıyorum, bir tane de benim şarkı var, onu koyarız arkasına,
bu sattırır.”
Zaten iki şarkı
konuyor, önlü arkalı.
Evet. Ben iki kuple yapmıştım şarkıyı. Radyo’da da yine ilk Yıldırım
Gürses sabah programında canlı okumuştu. Arkadaş, Allah seni inandırsın, A
Stüdyosu’ndayız, daha şarkı bitti ya, pırrrrrr, bütün ne kadar ses sanatkârı
varsa, “Kâmuran Bey bu şarkıyı ben de okusam...” Henüz plağa vermedim, bitsin
görüşelim, falan… Ayla Büyükataman, şimdi isimleri unuttum. Serap Mutlu Akbulut, Mediha Şen Sancakoğlu,
bir sürü isim…
Sene?
Sene 67 falandı.
Bu şarkının özel bir hikâyesi var, Yeşilçamvari onu da anlatmak
istiyorum. Benim bir arkadaşım vardı, 66 senesinde Almanya’nın Aachen kentinin
Düren kasabasında Helga isimli 18-19 yaşlarında bir kızla birbirlerini
sevdiler, evlenmeye karar verdiler. Arkadaşımın Türkiye’ye iki seneliğine
mecburi hizmet için dönmesi gerekti. Tekrar Almanya’ya gittiğinde kızın evine
gitmiş ama kız evde yokmuş. Kızın ailesi arkadaşımı görünce çok şaşırmışlar,
onun döneceğine hiç ihtimal vermemişler çünkü. İşte “Biz Hristiyan’ız, siz
Müslüman’sınız, sizin döneceğinize, bu ilişkinin olacağına ihtimal vermiyorduk,
o yüzden Helga’yı evlendirdik,” demişler. Ve de çok üzgün olduklarını
belirtmişler. Çok acı tabii, boynunu bükmüş, vedalaşmış dönerken Helga’yla
yolda karşılaşmışlar. İşte Yeşilçamvari dediğim kısım burası; öylece durmuşlar,
bakışmışlar, gözyaşları akmış, dökülmüş, gitmiş. Fazla da konuşamamışlar.
Ellerini sallayıp yürüyüp yollarına devam etmişler. Bu bestenin iskeletini
büyük ölçüde hazırlamıştım, sözleri de aşağı yukarı oturtmaya çalışıyordum. Bu
duyduğum olaydan sonra şarkıyı tamamen bu hikâyenin üzerine oturttum, şarkı
tamamlandı. Yıldırım (Gürses) zaten seviyordu benim yazdığım sözleri ama bu
hikâyeden sonra yaptığım değişikliklerle daha çok beğenmişti. Fakat bu şarkının kaderinde bir ilave, bir
değişiklik daha varmış, onu da anlatayım.
Ayrılık Rüzgârı’nın kaydını doldurmak için yola çıktık,
Yeşilköy’de Emi Stüdyoları var. O zaman zaten bolca stüdyo yoktu. Sahibinin
Sesi’nin yazıhaneleri ise Karaköy’de rıhtımdaydı. O gün okunacaktı parça.
Yıldırım tam giderken, yolun yarısındayız, Yani Yeşilköy’e az kalmış, “Kâmuran
abi, kafamda bir düşünce var…” Ya ne zaman ne düşündün, birazdan şarkıyı
okuyacağız. “Ne düşündün?” Dedi: “Ya, sanki kısa gibi geldi parça. Bir kuple
daha yazalım, öyle girelim.” “Sen,” dedim, “yola devam et, ben yazıyorum.”
Sözlerini de ben yazmıştım ya zaten. Üçüncü kupleyi de yazdım: Bir serap gibidir şimdi
hatıralar / Ayrılık şarkısı söylüyor rüzgâr… Gerisi aynı zaten, nakarat. Bir kuple
daha çıkınca, “Oh kaymak,” dedi. Üç kuple okundu plağa o gün:
Ayrılık
rüzgârı gönlüme doluyor
Vuslatın çiçeği açmadan soluyor
Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu
Nerde hatıralar aşk dolu sözler
Sevdiğim taptığım o yeşil gözler
Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu
Bir serap gibidir şimdi hatıralar
Ayrılık şarkısı söylüyor rüzgâr
Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu
Vuslatın çiçeği açmadan soluyor
Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu
Nerde hatıralar aşk dolu sözler
Sevdiğim taptığım o yeşil gözler
Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu
Bir serap gibidir şimdi hatıralar
Ayrılık şarkısı söylüyor rüzgâr
Elveda güzelim, beni bekleme
Gidiyorum diye gözyaşı dökme
Sevgiler ümitler hep hayal oldu
Aşkımız heyhat bir masal oldu
Ama her zaman
okunmuyor üçüncü kuple.
Çok kişi okumuyor, bazı yerlerde okunuyor. Radyo’da iki kuple
geçti ama Radyo’nun notasında da üç kuple yazıldı. Rahmetli Esin Engin de tarak
çalmıştı. Elle pürüzlü, pütürlü dişli bir zemine sürterek ses çıkarıldığı için
tarak diye anılıyor. #Dumjaçiçeçiçiçe, dumjaçiçeçiçiçe…# Böyle Batı tarzında
altyapıların ilklerinden… Bütün Batı müzikçiler kaptılar, bir kız vardı Batıcı,
o okudu, Yasemin Kumral… Bizim alaturkacılar okudu, bir tek plaktan 14.500 lira
para aldım. Hanımım diyordu ki bana, “Yav yat be adam, uykusuz adam, yat
şuraya, uyu kendine gel, ayıptır, ertesi gün kalkıp sersem gibi oluyorsun…” En
sonunda 14.500’ü tak, attım önüne, büyük para ya, “Al dedim bak, uykusuz
gecelerin karşılığı, bedava çalışmadım ben sabahlara kadar…” Allah bin bereket
versin. İki-üç sene kimse okumayacak şartıyla verdiğim için fiyat biraz
yüksekti. Normalde 1500-2000’di rayiçler. İstisnalı sözleşme idi.
E tabi servise
yetişmeniz için erken kalkmanız lazım. Bir de gece gazino…
Hafta sonları elektrik-elektronik tamirler falan yapıyordum,
artık onları bıraktım. Gazinoya filan başlayınca zaten çalışamıyorsun.
Gazinodan geliyorum, ezan okunuyor, bak, ezan. Eve giriyorum, iki saat sonra da
tekrar aşağı iniyordum. Ama Allah rahmet eylesin, benim komutanım vardı, bir
iki defa da atıştık onunla, çok sert bir adam, bu kapıdan heybetiyle girse
herkes şaşırır, bu kim ya, diye… Taburun önünde “Kuzey Deniz Saha’ya gideceksin,
fazla vakit geçirme, bir haftada bitirmeye çalış işleri!” diye emir verirdi.
Fakat yalan… Maksat taburda herkesin önünde beni göreve gönderdiğini
gösterecek. Bir hafta yok oluyordum. Gazinoya gidiyordum, çalışıyordum.
Ev Beyoğlu’nda.
Evet, Alman Sefareti’nin bir alt tarafında. Gümüşsuyu’nda.
Fındıklı’ya inerdim evin önündeki yoldan. Yolun diğer tarafı Taksim Meydanı’na
çıkardı. Ben Cemiyet’e devam ederken Emin Hoca bana demişti ki, “Biraz daha
çalış, seni imtihana sokayım.” 66’da Radyo imtihanı vardı. 66’da bize Almanya
çıkmıştı malumun. 6,5 aylık vazife. Radyo da madyo da hepsi yatmıştı. 66’daki
sınavda, Kemal Gediz, Hayri Pekşen, Safiye Erdeğer’i almışlardı. Yani Emin Hoca
Cemiyet’teki adamlarını sokmuş oldu Radyo’ya. O zaman Cüneyt Orhon da Radyo
müdürü. Cüneyt Orhon’la arası çok iyi. “Bunlar benim talebem,” demişti. İmtihanda
fazla sıkılmamışlardı, alınmışlardı Radyo’ya. 75 senesinde bir Radyo imtihanı
daha açtılar. “Ona da katıl,” dedi. Tabii ben senelerden beri mızraplı tanbur
çalmıyordum, hep yaylı çalıyordum. Hatta iki tanbur vardı, birisi yarılmış
ortasından öylece duruyordu. Naparsın? Hemen aldık tanburu elimize.
900 liraya aldığınız
tanburu.
Evet. Aşağı yukarı 1,5-2 ay tanburu elimden hiç düşürmedim.
Önüme saz semaisi koydum, notaya bakarak çalıştım, notasız çalıştım, kendimi
geliştirmeye çalıştım. 75’in Mayıs-Haziran aylarında imtihan vakti geldi. Ferit
Sıdal, Ankara Radyosu’ndan, tanburi ve koro şefi; Alaeddin Yavaşça, İstanbul
Radyosu’nda koro şefi; Mefharet Yıldırım ve biri daha vardı, şimdi unuttum,
dört kişi vardı toplamda jüride.
Saz sanatçısı olarak
katılıyorsunuz.
Evet. İlk laf noldu biliyor musun, hiç unutmuyorum. “Kâmuran
Beyciğim, kürdilihicazkâr yap, yarım dakika içinde nişaburek karar ver.” Her
şey bir kısmet işte. Bir tarihte (Emin) Hoca bize şehnazbuselik saz semaisi
çaldırmıştı. Neyzen Tevfik’in. “Oraya dikkat edin,” dedi, “nasıl şehnazdan
nişabureğe geçiyor.” “Nişaburekten de buseliğe atlıyor,” dedi, “bak!” Sadece
bana değil, hepimize. Üçüncü hane zannederim. Kısmet işte. Kürdilihicazkârdayken,
hicazkâra geçmek elimin altında, hicazkârı yakalamışken, hemen hicaza geçtim.
Hicazdan şehnaz buldum, şehnazdan da küt diye nişabureğe atladım. Çalapala
filan oldu ama ortalama bir şey oldu. Radyo’da bile ondan daha kötüleri geçiliyordu.
“E yani,” dedi, “biraz da vakit geç oldu ama…” dedi. Biraz müşkülpesent davrandıklarından, biraz sınavın da stresiyle içimden ‘Allah’ım yâ Rabbim, bizi gariban buldular herhalde, yüklendikçe yükleniyorlar, bu sorduklarını kendilerinin bile çat diye hemencecik yerine getirmesi mümkün mü acaba?' diye sorduğumu hatırlıyorum… İçlerinde aramızdan ayrılanlar var, hepsi kıymetli müzisyenler tabii, Allah rahmet eylesin.
Otuz saniyede hiç kolay değil tabii…
Aşağıdan bir adam geldi. C Stüdyosu’ndayız. Onlar camekânın
ardında, tonmaysterlerin olduğu yerde oturuyorlar. Mikrofon da açık kalmış
duyuyorum konuşmaları. “Yemek hazır Hocam,” dedi. Yemeğe çıktı. Biri daha
çıktı. Mefharet Yıldırım’la Alaeddin Yavaşça kaldılar. Alaeddin Bey dedi ki, “Kâmuran
Beyciğim çek oradan şansına bir şeyler, çal.” Çektim Allah, kaymak. İmtihanı
kazanmamaya imkân yok. Veli Dede’nin Hicaz Hümayun Saz Semaisi. Çaldım, “Tamam
Kâmuran Bey, eline sağlık,” dedi. “Hicazdayken bir de karcığar geçki yap,” dedi.
O da elimin altında, tık tık tık… “Teşekkür ederiz,” dedi, “Elinize sağlık,”
dedi. Kibar bir adam ya. Tanıyordu beni, tanışmak başka tanımak başka.
Selamlaştık birkaç defa, Radyo’da madyoda karşılaştık.
Gazinolardan bilir mi
veya duymuş mudur?
Gazinoya gelmezdi, hiç çalışmadı gazinolarda. Ya sendika
odasında ya da çay ocağında karşılaşılıyordu, merhabamız vardı. “Şansımıza
dedim, oldu mu olmadı mı bilmiyorum,” dedim. Selçuk Tekay, Mehmet Topaklı,
Cavit Deringöl ve Hüseyin diye bir çocuk vardı, ses sanatçısı olarak, beş kişi
kazanmışız. Selçuk dedi ki, “Kâmuran abi, en üstte senin ismin yazıyor,
Radyo’nun giriş kapısına yazmışlar.” Bizi sekiz-dokuz ay bedava çalıştırdılar.
Torpilli karılar vardı, onun bunun torpillisi, televizyon programları
yaptıracaklar, si bemolden, si natürelden okuyor, kötü kötü yerlerden… Cahit
Peksayar’ın adamı Zeki Çetin var. Fa natürelden hicaz çalıyoruz, fa natürel!,
düşün yani… Ona benzemez neler. Bizim imanımızı gevrettiler.
Yıldız akordu… J
Evet. J
Artık 76 senesinin yarısına doğru dediler ki “Bu grup İzmir’e tayin oldu.”
Nasıl gidersin İzmir’e? Benim büyük oğlum daha 15 yaşında. İstanbul’da ben 7500
lira para kazanıyorum. İzmir’e gitsem aç kalacağım. Radyo maaşı desen, bir şey
değil. Gitmedim. Mızraplı tanburu 1-1,5 sene hiç elimden düşürmemiştim. Yaylıyı
bazen sahnede çaldım o ara. 76 senesinde yine koydum mızraplıyı bir kenara, ta
ki 98 senesine kadar… O güne dek hep yaylı çaldım.
O kadar imtihanlara
hazırlandınız. Ama çalışamamış oldunuz.
Sadece ben değil ki. İstanbul Radyosu imtihanı değil ki,
bütün Kurum’un imtihanı. Erzurum da diyebilirdi, mesela… 98’e kadar Radyo’da
istisnalı çalıştım. O zaman bir imtihana daha girdim. İstisna imtihanı.
Akitli?
Evet, akitli. 98’e kadar çalışmamın sebebi şu, 98’de kalp
ameliyatı oldum. Bypass… Otomatikman her şeyi bıraktım. 2 sene ne mızraplı ne
yaylı çaldım. 2000’den sonra besteler de yaptığım için yeniden elime aldım…
Derken bizim oğlan (Ferruh) Çiğdem’le evlendi. Boyuna beni dürtüyordu, baba
beste yapsana, beste yapsana, 2002’de üç-dört tane beste yaptım. Onun
teşvikiyle, yoksa kımıldamıyordum yerimden. O, “Ben bunu çok sevdim”; Çiğdem,
“Ben bunu okuyacağım, yap baba” diye teşviklerle aldım elime.
‘Sisli Bir Hayal
Gibi’yi ne zaman bestelediniz?
2002. O yenidir. Ya evlenmişti, ya nişanlıydılar.
Çiğdem Hanım’ın
teşvikiyle oldu yani, size besteletti, sonra da söyledi. J
“İyi ki teşvik etmişim, ömrühayatımda bu kadar güzel şarkı
görmedim,” dedi bana. “Bu benim malım,” dedi, sahiplendi. Tabii bu sefer de
yaylıyı koyduk bir kenara. Sazın bir tanesini parçaladık, kaldı iki tane saz
elimde. Biri güzel, üzerine titriyorum, 50 yapım bir saz. Şimdi Ferruh’ta
duruyor zaten. Bi de Hadi Usta’nın bana en son yaptığı bir saz vardı, 900
liralık hani, iki defa kapağı değişti, bir türlü eski tadını alamadım. 2008’de
çocuklar “Bize uzaksın,” dediler, ben buraya geldim, Erenköy’e. Kazasker’de
oturuyorum. Gümüşsuyu’nda 42 sene oturdum. Maltepe’de Elif var, senin tanburu
yapan, ona gittim, 2009’da kapağı değiştirttim, yine olmadı, bi daha
değiştirdim, bir daha olmadı. 2014’te o sazı sattım en sonunda.
Ne macerası var
sazın…
800 liraya, 2014 Eylül’de satıldı. Artık saz biraz biraz
konuşmaya başlamıştı ama… Murat Aydemir’in yönlendirmesiyle Sacit’e gittim. Peş
peşe iki saz yaptırdım, biri 2010’da, diğeri 2012’de.
Ferahfeza Klasik Türk Müziği Topluluğu’nun çalışmalarına da o sazlarla geliyorsunuz değil mi?
Evet. Bi de Ferruh’ta var işte. Üç saz. Başka da yok…
Ferruh’taki çok güzeldir ama… Bülbül gibidir, bunlar kadar net ses vermez belki
ama çok tatlıdır sesi onun…
Sacit Usta’ya kaça
yaptırdınız?
2010’daki 1200 TL idi. İkincisi 1500’dü. Bana 1500’lük sazı
yaptığı zaman ona dedim ki istediğim gibi yap ben sana 1700 vereceğim. Yaptı
ama bir lira fazla almadı. Çok ısrar ettim, almadı.
Memnunsunuz
sazlardan.
Birini rasta çekiyorum, diğeri dügâhta. Fakat üstleri
terstir, orta rastsa üst dügâh, orta dügâhsa üst rasttır. Üstteki teli kaba
yegâh yapmam. Benim tarzım ayrı. Herkes de “Aaa nasıl filan,” diyor. Fahrettin
Çimenli de “Ne bileyim,” diyor. Kardeşim yukarıda üç tane tel var: İki tane
çelik tel var, yegâh; bir tane sarı tel var, o da yegâh… Ne bu ya üç tane yegâh?
Orta rastsa dügâha çekiyorum. Tabii çok kalın tel olmayacak, çok ince de değil.
45’lik takıyorum. Kaba yegâh için de 60’lık takıyorum. Benim tarzım bu. Öyle
çalıyorum senelerdir. Daha çok ses elde ediyorum. Fa’ya, mi’ye de çekilebilir.
Özer (Özel) Hoca bazen
fa diyeze çekilebilir diyordu makama göre. Eviç gibi mesela…
Tabii canım. 1,5 buçuk ses çekiyorlar, Murat Tokaçlar.
Telleri 1,5 buçuk ses çekip ne yapıyor, bilir misin, 4 ses çalıyor. Ama 4 ses
aslında noluyor?
1 sese tekabül
ediyor.
1 sesten okuyor herkes fakat o 4 ses çalıyor. 1,5 ses çekmek
de tanbura çok yakışıyor. Tınısı çok güzelleşiyor. Eskiden hep 32’lik tel takarlardı,
şimdi hep 30’luk takıyorlar, dolayısıyla 30’luk saz 1,5 ses çekmeye müsait. 1
ses indirmeye pek müsait değil, eğer 32’lik olursa 1 ses indirebilirsin de. Bir
tanburinin iki akortlu sazı olmasını tercih ederim. Biri 32’lik telle 1 ses
aşağı çekilecek, biri normal yerinden olacak. 1 ses aşağılardan ne avantajın
olur, 5 sesten okuyan bütün kadıncağızlara 4 ses çalarsın. Eğer sen de
okuyorsan, ki ben çoğu zaman şarkıları 1 sesten okurum. Ne oluyor, yerinden
çalıyorum fakat bir ses oluyor. Bunlar avantaj.
Mesela Özer Hoca nihaventleri,
kürdilihicazkârları bir sesten okurken telleri 1 ses aşağı çekip yerinden çalın
derdi. Transpoze biraz sıkıntılı ya kürdilihicazkârlarda, nihaventlerde.
Evet, fa’dan çalmakla sol’den çalmak arasında çok tını farkı
var.
Tabii çalmasının
zorluğu bir yana, tanbur karakteristiğini ortaya çıkaramıyor.
Kütük kütük. Kadınlara da 5 ses çalıyorsun, noluyor? Do’dan.
Ne kadar çirkin bir yere gider.
Yaylı tanburda da yaptım bunu. Yaylı tanburda eviç
yapıyorsun mesela. Fa diyez nereye gelir 4 seste? Do diyeze. Do diyez nerededir
yaylı tanburda? Sol diyezdedir. Sol diyezden eviç çalacaksın. Veya evcara
çalacaksın 4 ses. 5 ses olsa kaymak, nolur, yerinden segâh gibi çalarsın. Si
natürelden kürdilihicazkâr okuyor. Bunları çaldım ben. Si natürel nereye gelir
biliyor musun tanburda? Dik geveşte. Irak perdesinden biraz daha dik olan bir
perde. Ne oluyor, kürdi perdesi ittihaz ediyorsun. Mesela bir sesten hüzzam
çalıyorsun, nereye geliyor, la’ya. Çalınmaz diye bir şey yok, herkesle çalarsın
fakat tek başına aynı lezzeti veremezsin. Bir ses düşürmekte fayda var. Mesela
Türkiye’nin en büyük udilerinden Yorgo Bacanos… Çift sazla gelirdi. Birisi 1
ses diğeri yerinden. O adam usta olduğu halde. Çünkü sazın vüsati, güzelliği
öyle ortaya çıkıyor. Onun için ben de öylesini isterim. Mesela yaylı tanburda
acemkürdi çalıyoruz, bende nereye geliyor, si’ye geliyor. Ne kadar temiz basmaya
uğraşırsan uğraş olmuyor. Ama çalmadım mı, çaldım 4 ses. Ama 5 ses dersen bazı
makamlar var, 5 sesi kaymak. Kürdilihicazkârın 4 sesi mesela bana güzel gelir.
Dügâh perdesine denk geliyor yaylıda. Re’dir ama dügâha denk gelir 5 ses mansur
akortta. Açık perdeleri severim ben. Mesela muhayyerkürdileri sol’den okurum
ben. Noluyor açık perde yaylı tanburda, sol’dür, mızraplıda re’dir. Oradan
çalıp okuyorum. Mesela kürdilihicazkârda ters geliyor bana, 4 ses okusam pes
geliyor. 1 sesin de çalımı zor.
Yaylı tanbur icra
ederken yine 2 sazınız mı vardı?
Yok tekti.
Yaylı tanburlar daha
mı pahalı?
Yoo… Ben hiçbir zaman ahşap yaptırmadım, benimkiler cümbüş
teknesidir. Randıman elde ettim.
Batı müziği ile
harmanlı saz ve söz eserleriniz var. Bu konuya nasıl bakıyorsunuz? Sizin saz
semailerinde de, sözlü eserlerde de gördüm. Türk müziğinde nedir, daha çok
ikili üçlü aralıklar… Sizin eserlerde 4-5…
Ben şöyle bakıyorum. Nereden geldik buraya, dinlemekten
geldik. Ne bileceğim ki, cahil adamın biriyim ben. Ama kulağımı eğitmeye
çalıştım. Kimi dinlemişim? Mesela Refik Talat Alpman’ın Hicaz Saz Semaisi,
Mahur Saz Semaisi… Baktığın zaman olduğu gibi intervaller, açık aralıklar…
Diğerinde de #la do mi la# hep böyle çıkmış, inmiş adam. Hiçbir zaman #la si do
re, do si la# takip etmemiş. Geçen konserimizde suzidil eserler çaldık, kimin?
Tanburi Ali Efendi’nin. Adam o yıllarda bu sesleri nereden buldu ya?
1902 ölümü.
Yani nasıl moderndir o peşrev. Saz semaisi de vardır.
Bilmezdim Özüm’de de
vardır açık aralıklar. #Sol si re#
O bile basit, daha açıkları da var. Ben ilk önce ne yaptım
biliyor musun, saz semaisi yapamam diye, peşrev yaptım. Segâh peşrev. Sonra
“Tanburun Hayali” diye saz semaisi besteledim, nihavent. Çanakkale’yi korumak
için gittik 67 senesinde. O zaman da orada Kürdi Saz Semaisi’ni yaptım.
İnternette de var.
Evet radyo kaydıdır o. Sonra burada çalışırken, Mahur Saz
Semaisi’ni yaptım. Bostancı’da Saksonyalılar Gazinosu’nda çalışırken yaptım.
Sonra Hicaz Saz Semaisi yaptım. Ki o da girizgâhlıdır. Hastalıktan bu yana yani
2000’lerden sonra onları topladım, bazılarını düzelttim. Hepsinin nerede ne
zaman yapıldığı kayıtlıdır notaların kenarında. 2000’de Çeşme’de bestelediğim
var mesela. Nihavent, kürdilihicazkâr o dönemler… Bu yakınlarda hicazkâr,
karcığar ve nikriz var. Nikriz en yenisi, 2014’ün son ayı.
Nikriz Saz Semaisi film
müziği gibi, dramatik. Atilla Özdemiroğlu 80’lerin film müziklerinde kullanırdı
nikriz makamını. Bir hikâyesi var mı o eserin?
Yok, denk geliyor. Peşrevi de var, 4 hane, uzun da… Hafif
ikalı.
1800’lerden itibaren
Saray’a Avrupa’dan yabancı müzisyenler geliyor. Artık Batı armonileri vs.
kulaklara yerleşmeye başlıyor, değil mi? Dede Efendi’nin Yine Bir Gülnihal’i
vs. Ondan sonraki dönemde kendileri Batı müziği eğitimi de alıyorlar. Hatta
Yenikapı Mevlevihanesi’ndekiler bile. Acemaşiran Mevlevi Ayini’nin sahibi,
Fahreddin Dede, o da Batı müziği eğitimi de almış. İki müzik kültürü arasındaki
geçişkenlikler normal…
Enternasyonal! Her şeye açık. Mühim olan yakışması. Refik
Talat Alpman’ın Şeddiaraban Saz Semaisi’ni dinlemeni isterim. Bir teslimi var,
yeter zaten.
Evet, Murat Aydemir
ve Taner Sayacıoğlu’nun çok hoş ortak icraları var…
#re mi fa sol la si do re mi fa sol la si do re# İnsanın
dili dönmüyor. 1947’de ölmüş. 30’larda 40’larda yapmış bunları, düşün. 70-75
sene öncesi. Pardon yani!!!
Asker kökenlisiniz
ya, millî bayramlarda, balolarda, toplantılarda vs. oralarda neler çalınıyordu?
Ben hiç katılmadım. 30 Ağustoslar vs. eğlenceler yaparlardı,
balolar, ben hiç katılmazdım. Müziğin olduğu yere hiç gitmedim. Kaç yıl
çalıştım… Ha kendim gittim, çaldım. Biz zaten müziğin içindeyiz. Bir yere
demlenmeye gideceğim zaman, en sessiz, sakin yere giderdim. Sohbete şayan…
Kendin çal söyle, o ayrı…
Fahrettin’i (Çimenli) alır giderdik mesela biz Anadolu
Kavağı’na, Bahriye’ye. Askerlerin olduğu ortamlarda çok çaldık. Bizi dört gözle
beklerlerdi. Sofralar kurulurdu… O da askerdi. O zaman Bahriye askerliği de 36
ay, 3 sene... Teskere aldı, gitti İstanbul’a. Teskereden 2 gün sonra tekrar
Gölcük’e, gemiye geldi. Dedi ki, “Yahu ben napacağım, o kadar alışmışım ki…” O
kadar alışmış ki askerliğe, tabii ayrıca müzikle hep beraberdik askerlik
süresince. O zaten gece gündüz müziğin içindeydi askerliği boyunca, benimle birlikte.
“Şaşırdım, ne yapacağımı bilemiyorum abi, sudan çıkmış balığa döndüm resmen,”
dedi. Ben de “Artık Radyo imtihanlarına gir veya müzikle ilgili ne yapılması
gerekiyorsa yap, keyfine bak,” dedim, gönderdim İstanbul’a. Sonuçta asker;
asker milleti kaçmak ister, bir an önce teskereyi almak ister, bu da tam tersi,
teskeresini alıp 2 gün sonra gemiye dönmüştü… Çok hoş, enteresan bir hatıradır
bu benim için… Çocuğun parkinsonu var şimdi, hafif titriyor, geçenlerde
Baki’nin dükkânında yine konuşuyorduk, “Ya ne günlerdi onlar…” diye.
Bu tarz eğlencelerin, moral gecelerinin yanı sıra Askeriye’de
çok konser de verdim. Asker olduğumu da bilmezlerdi. Donanma Kurmay Başkanı
vardı. “Kâmuran,” dedi, “bize bir program yap.” İnci Çayırlı, Ekrem Bora falan
filan bir program yaptım. Gölcük’te. Sene 71 veya 72’ydi. Fasıl heyeti de
vardı. Mehmet Topaklı falan vardı.
Ekrem Bora da
okuyormuş değil mi?
İsmini satıyordu. Evet, o da geldi o gün, 5000 lira aldı o
gece mesela. Onlar rahmetli Sadri Alışık’la çok dolaşırlardı. Ailecek
görüşürlerdi. Bizim
evin en üst katında da basketbolcu Yavuz otururdu. Onun hanımı da Türkiye
güzellik kraliçesi idi. Nebahat Çehre. Hâlâ dizide oynuyor şu an. Bütün deniz
ayak altında, lebiderya. Bizim balkondan bile görüyorduk denizi, giriş katı
olduğu halde. Ben orayı 300.000’e verdim, şimdi 700 versen vermezler. 2008’de
sattım. Park Hotel bitince oraya hava getirdi. Avukat bir kızcağız aldı.
Emlakçıya da para ödedik, bizim elimize 274 TL mi ne kaldı. Sonra gelip buradan
ev aldık işte. İşyerleri hep o taraftaydı. Bir ömür geçti orada. Bu yakaya çok
az geldim.
Urcan Gazinosu vardı, Sarıyer’de. Şimdi Orduevi’ne iltihak
etmişler. Ne solistler gelirdi. Mediha Demirkıran müthiş bir sesti. Solist altı
da Mustafa Sağyaşar’dı. Gönül Akkor’a da 69 senesinde ilk Çakıl Gazinosu’nda
çaldım. Sonra Ankara’da Başkent Gazinosu’nda, İzmir’de Fuar’da çok çalıştık. Aralıklarla
üst üste 1980’e kadar sürekli çalıştık.
Mızraplı tanburla
ilgili biraz daha konuşalım mı?.. Mızraplı tanbur sahnede tercih edilmiyordu
değil mi?
Eskiden çalınırdı. İzzettin abi çaldı, Selahattin Pınar hiç
yaylı tanbur çalmadı ki hep mızraplı çaldı. Sadün Aksüt de Maksim’de filan
mızraplı tanbur çaldı. Ama bir zaman geldi ki “Bu sazın sesi çıkmıyor falan
filan…” Hakları da var ama. O zaman sistem öyle değil. Şimdi önüne koydular mı
mikrofon dünya duyar seni ya… Ben yırtıyordum kendimi. Yumuşacık çalacaksın,
takır takır çıkacak ses. Eskiden yok ki. Zaten Tanburi Cemil icat etmiş yaylı
tanburu. Ahşaptan çalmış filan, nereden nereye… Ondan sonra da çok kişi çalmış
ama son şeklini veren Ercüment Batanay’dır. Fahrettin Çimenli bunu en son
noktasına getirdi. Ondan sonra kim bu kadar güzel çalabilir bilmiyorum. Senin
hocan Özer de güzel çalıyor, fakat o bacaklarının arasında çalıyor. O
kabiliyetli, ne saz versen çalar, o tip bir adam.
Yaylı, mızraba ket vurur. Hiç çalışmıyor ki sağ bilek. Bileğim
durdu, ajilitem gitti. 15 yıl hep çektik yayı, dümdüz çektik. Tremelo çekmeyi
unutmuşuz.
Yüzük parmağını
kapağa sabitleyip uçar. İki elde de yüzük parmağa çok vurgu yapardı derslerde.
Ajilitesi iyi, onun dışında iki Murat da müthiş. Evet hız
olduğu için, vura vura çalıyorlar. Üçü de çok iyi…
Mızrabı da ucundan
tuttuğu için de daha çok volüm elde ediyordu Özer Hoca.
İki el beraber hareket edecek. Senin dilinin dönmediğini
çalıyor. #tam tıra ta, tam tıra ta…# Müthişler.
Cemil Bey’in
Şeddiaraban Saz Semaisi’ni dinledim sizden geçen gün. Siz de çok hâkimsiniz
sazınıza.
Onlar müthiş… Onlar bizim evladımız ama boynuz her zaman
kulağı geçiyor. Ben zaten geç başladım.
Sizin geç başlamanız
size handikap olmamış. Eski profesyonel kayıtlarınızı dinledim, çok hoş.
Elinize sağlık, ne diyeyim.
15 sene elini mızraba hiç sürmezsen ne olur baba ya? Yeniden
başlamış gibi oluyorsun. İstediğin kadar çal, 15 sene bırak, bıraktığın yerden
al bakalım… Evde böyle durdu saz ya… 76’dan 98’e kadar yaylı çaldım. 98’den
sonra ne yay ne mızrap… İki sene ara... 2000’lerden sonra beste yaparken almaya
başladım elime. Erenköy’e taşındıktan sonra 2009’da başladım aktif çalmaya.
Yaylı çalıyor musunuz
evde?
Şu anda çalmıyorum. Yaylımdan da çok lezzet almıyorum.
İstediğim kıvamda değil. Alıp uğraşmam lazım. Niye uğraşayım ki, para
kazanmıyorum bir şey yapmıyorum. Bir karşılığı olması lazım. 1 hafta 10 günümü
vermem lazım sürekli. Sen tanbur çalan adamsın, bilirsin, eşiğin bir mm ileri
veya geri gitmesi bile sese tesir eder. Yaylı tanburda eşik değişsin sesi
bulana kadar imanın gevrer. Tel değiştirirsin… Zor sazlar. Bunların bu
zahmetleri var. Keman gibi değil. Uzun bir sap. Hava şartları…
Askeriye’de birisinin
tanburu vardı, onunla başladınız. Biraz şans eseri değil mi tanbura başlamanız?
Evet, ondan önce hayatımda görmemiştim bile. Adamın haberi
bile yoktu, boştaydı, aldım çalmaya başladım. Binbaşı İlhan Bey gördü beni “Napıyosun
lan burda?!” diye geldiydi odaya. “Böyle mi çalınır oğlum bu, tanbur mu
çalıyorsun, ne çalıyorsun belli değil, çalpara… Şöyle tut mızrabı,” dedi, “Şunu
böyle yap, bunu böyle yap… Şöyle tut,” dedi “Bir kere saz dursun burada...” O
kadarcık bir şey öğretti ama yeter.
Çocuklarınızdan
bahsedelim mi biraz?
Tabii.
Büyük oğlunuz
Fahrettin Yarkın 60 doğumlu. Ferruh Bey 64’lü, Ferda Bey ise 65’li. 5 senede üç
çocuk.
Daha büyükleri bir kızım vardı, o yaşamadı. O 59’da doğdu.
57’de evlenmiştiniz.
Evet.
Onlara bire bir öğrettiniz
mi bir şeyler?
Sadece Ferda dedi ki “Ben konservatuara gireceğim.” İlkokulu
bitirmişti. Konservatuara girdi, bunu trompetist yaptılar. Gümüşsuyu’nda.
Trompet aldım ona 10.000 lira. Yamaha bir trompet. Bir sene çaldı orada, sonra
dedi ki “Ben alaturka istiyorum.” “Girdin ya buraya.” “Yok ya, alaturka
istiyorum.” Tekrar gerisin geri aldım o sazı, sattım.
İlkokuldan sonra konservatuara götürdüm, sınava girdi kulak
mulak, aldılar. Keman bölümüne yazdılar bunu. Hadi bakalım, bu sefer keman.
Selçuk’tan (Tekay) 3 çeyrek keman aldım. 1.750 mi 2.750 mi neydi. Babasından
almış o. Onu verdi bana, onu çalıyor falan. O arada bir tane de viyola aldım.
Büyükçe. Biraz sesi kötüydü ama olsun. Gazinoda çalışırken garson dedi ki “Abi
size keman lazım mı?” Dedim “Olabilir, fiyatı nedir?” “Bizim mahallede ihtiyar
bir kadın var. Keman var elinde, onu satmak istiyor.” “Getir görelim, fiyatı
veririz.” Bir kutu geldi, toz toprak içinde. Kutu rezil, içindeki keman da
rezil olmuş.
1978 filan.
İşte o tarihler. Dedim “Kaç para bu?” “5000 lira istiyor.
Müthiş ihtiyacı olan biri.” “Al şu 10.000 lirayı götür.” “Abi Allah razı olsun.”
Her şey karşılıklı, Allah tarafından. Götürdüm Hadi Usta’ya. Usta bunu
temizledi, burguları çürümüş, burguları değiştirdi.
Sesini duymadan
aldınız.
Evet, evet. Ufak vıyk vıyk yaptı bizim çocuklar falan… “Güzel,”
dediler.
Ferda’ya götürdüm, Ferda bir iki sene çaldı. Ferda da iyi
çalıyordu. Daha bir senede usta oldu. Üç kişiydiler bunlar. Bir tanesi Türkiye
çapında konserlere filan çıkıyor, Cihat Aşkın; biri Alaaddin Şensoy’un oğlu
Hakan Şensoy. Bu üç sınıf arkadaşı müthiş. Konserler veriyorlar... Ethem vardı,
lutiye, keman yapıyordu. AKM’de tamir işleri yapar, aynı zamanda yeni saz
yapıyordu. Ona götürdüm sazı ben. Saza şöyle bir baktı, dedi ki “Nereden buldun?”
Anlattım, böyle böyle… “Bu katalog keman,” dedi. “Bunu Avrupa’ya götür, nereden
baksan 5-6 bin dolara satarsın,” dedi. “Atölyenin listesinde, kataloğunda bu
var,” dedi. “El yapımı. Fabrika işi değil bu,” dedi. Orijinal direğini
değiştirmeyip yerine getirdi sadece. Özel kaşık kullanılıyor direği yerine
getirmek için. “Sakın cilasına dokunmayın bunun!” dedi. Tuşesi, alt kuyruğu,
bütün burguları pek çok şeyi değişti tabii. Hâlâ o kemanı çalıyor. Ayriyeten iki
tane daha kemanı var.
Kadını hiç görmediniz.
Yok, ücretini elden gönderdim, görmedim. 10.000 lira da
güzel paraydı o zaman. Onun şansına oldu. Çok çaldığı yok ama çaldığı zaman onu
çalar. Ona 1980’li senelerin sonunda getirdiğim teller var hâlâ elinde. 500
marklık tel almıştım. 500 mark çok para o zaman. Belki de 20-30 takım tel
almıştım. İki tane de kutu almıştım. Ve herkes de “Müthiş keman,” deyip duruyor
hâlâ.
F-F-F, üç F;
isimlerin hikâyesi var mı?
Babamın adı Şükrü, dayımın adı Fahrettin. Fahrettin Şükrü
koyduk.
Sizi yetiştiren dayınız.
Evet. Ferruh’un adı benim çok sevdiğim, candan bir
arkadaşımın adı. Ferruh Avni. Avni de benim hanımın babasının adı… Ferda’nın
adını da halası koydu. Onun adını Ferhat koyacaktım aslında. “Yeter ya,” dedi, “Ferruh,
Fahrettin, modern bir ad koyun,” dedi. Bende de hep çift isim çocuklar; “İkinci
isim Arıl olsun,” dedi. Onu da yanlış yazmışlar, Anıl olmuş, bir daha da
dönülmedi. Ben de ses etmedim.
İnsanlar daha çok
Ferda diyor değil mi? Anıl pek kullanılmıyor.
Arabası FAY’dı onun. Ferruh da “Fay Hattı” yazar notaların
altına. Ferruh Avni Yarkın. Ferda, Orta-liseden sonra yüksek kısma geçti.
Fahrettin ve Ferruh ise ticaret lisesinde okudu. Ticaret lisesini bitirir
bitirmez konservatuara girdi.
Fahrettin Bey bir şey
çalıyor muydu ortaokulda, lisede?
Fahrettin ritim çalıyordu konservatuardan önce, benle
beraber gelirdi sağa sola. Kulağı delikti ritme. Tanburdu okulda sazı, ben de
çalıştıramadım, sınıfta bırakacaklardı, Hoca demiş ki “Babana da selam söyle, 5
vereceğim sana ama ömür boyu tanbur çalarken görürsem hakkımı helal etmem,”
demiş. Zaten çalmadı da. Ritim sanatçısı oldu.
Meşhur kanun lutiyesi Kısıklılı Ali Efendi vardı. Ona 13.000
liraya kanun yaptırdım. Ferruh’a hediye ettim, “Al oğlum otur çal bunu, dalgana
bak.”
Ne zaman?
Ferruh daha konservatuara başlamamıştı. Lise talebesiydi.
Böyle durdu koltuğun arkasında, çalmadı. 13.000 liraya yaptırdığım sazı 75.000
liraya sattı. Anla kaç sene geçmiş aradan. Bir gün gazinodayız, (kanun
sanatçısı ) Sezgin’le (Sezer) beraberiz. Sezgin’in kayınpederi dedi ki “Bu
çocuğa bir kanun alsana.” “Ne kanunu ya?” dedim. “Kâmurancığım bu çocuk müthiş
çalıyor.” “Nasıl müthiş çalıyor, ben daha duymadım. Ben ona 13.000 liraya kanun
aldım 75.000’e sattım. Nasıl çalıyor?” “Hadi ya,” dedi, “ama çalıyor.”
Sizden gizli gizli mi
çalıyormuş?
Kabiliyeti var. Gazinoda kulislerde çalıyormuş, evde
çalmıyor. Ama müzisyen de olmak istemedi o. O yüzden sürmüyordu elini. Liseden
sonra Eskişehir İktisadi İlimler Akademisi’ni kazandı. Oraya gidecek, bir hesap
çıkardık, benim aylık gelirim 150.000 lira. O aylık gelirin 75.000’ini ona
harcamamız lazım, devamlı. O demiş ki annesine, “Ben o parayı alamam, yiyemem.
Siz burada dört kişi 75.000 yiyeceksiniz, ben orada tek başıma 75.000
yiyeceğim. Olmaz bu iş.” Bu sözlerden haberim yok ama. Bir gün telefon çaldı.
“Buyurun.” “Aa, Kâmurancığım tebrik ederim, oğlan imtihanı kazandı.” “İmtihanı
kazandı,” deyince daha okul başlamamış, Ferda’nın okulu yok ki imtihanı olsun. “Ferda
imtihana mı girdi, ne imtihanı bu?” “Senin ortanca oğlun, geldi imtihana girdi,
imtihanı kazandı. Konservatuarı kazandı. Sana haber vereyim dedim.” “Yav,” dedim
“haberim bile yok.” Benden habersiz, evden habersiz, gitmiş konservatuar
imtihanına, girmiş imtihanı kazanmış. “Oraya tek başıma gidip yaşayamam,
75.000’i de yiyemem…” o kabilden girdi konservatuara aslında, ama son senesinde
hocalık yaptı. Mezun olmadan daha. Talebeler yetiştirdi. 88’de İstanbul Devlet
Türk Müziği Topluluğu’na girdi. O seneden beri orada. Ama bir şey söyleyeyim,
konservatuara başladıktan sonra tekrar kanun aldı. Nereden aldı? Muzzaffer
Özpınar’dan aldı. Ritim sanatçısıdır ama bir yandan gayet de iyi çalar kanunu.
Ferda hepsinden önce girdi, ilkokuldan sonra, en son o mezun
oldu. Ferruh’tan bir sene sonra mezun oldu. Ferruh güzel kanun çaldığı gibi notayı
da müthiş bilir. Ayrıca albümlerde altyapıyı, üstyapıyı o yazar. Kemancılar
demişler, “Bu Ferruh’u alın başımızdan. Öldürüyor bizi!” Bir keman
partisyonları yazıyor ki, adamların elinde kalıyor. Anlattılar, güldük çok.
Ferda ise ondan daha kuvvetlidir. Sen şarkıyı söyle, o bir yandan notaya alır.
Ağızdan çıkanı notaya alır. 35-40’dan sonra nota öğrenmiş adamdan ne olur? Ağaç
yaş iken eğilir. Çocukken öğretmek lazım notayı, çocukken.
Benim şimdi iki torun var, bela-yı berzah. Biri 30 yaşında,
diğeri de 24. Nağme Yarkın’la Baturay Yarkın.
O da mı konservatuar
mezunu?
Yok o mühendis. Endüstri mühendisi. Mezun olalı iki sene
oldu. Diploma evde asılı. İki senedir de konservatuarda master yapıyor. O
müziği seçti. Babası demiş ki “Buraya diplomayı as, sonra ne yaparsan yap.” O
da dört gözle bekliyordu, mühendisliğin bitmesini. “Astım oraya diplomayı, ben
gidiyorum kendi işime,” dedi. Şimdi çalışıyor hâlâ. Orkestraları var. Piyano
çalıyor. “Dede bana bir şey ver,” dedi. Kürdilihicazkâr Sirto yazdım. Verdim
ona, dinledim, bir kısmı var, orası benim yazdığıma benziyor, gerisi piyanoyla
partisyonlar, düzenlemeler, müthiş… Geçen tek başına resitali vardı. Konserde
de söylemiş, “Dedem Kâmuran Yarkın’ın yazdığı eseri size sunuyorum,” demiş,
falan filan…
Tabii çok sesli hale
getiriyor.
Müthiş, müthiş… Tanıyamazsın. Bir beste yap ver ona. “Çal,”
de, “Bu benim mi?” dersin. Görsen bi sakin, dersin “Bundan müzisyen mi olur?”
Onların istikbali profesörlüğe kadar gider. İsterlerse tabii. Müzik
profesörlüğü…
Nağme, haftada bir gün Kadıköy’de, diğer günler Emirgân’da Mirgün
Köşkü’nde. Dere de akar yakınında, yukarıdan aşağı. İstanbul Üniversitesi Osmanlı
Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde. Boğaz’da. Kadıköy’deki yer
vapur iskelesinin karşısında. Eski hal binası. O da çok eski, büyük bir bina. O
da İstanbul Üniversitesi Konservatuarı’nın. O da çocukluğundan beri
konservatuarda. Arkadaşlarının bir kısmı Radyo’ya girdi. Ekmeğini aldı. Bazen ortanca
torun Baturay’la buradan gidiyorlar, turne gibi. (Ortanca diyorum, bir de en
küçükleri Deniz Kâmuran var, Çiğdem’in oğlu, aslan parçası…) Tiyatrolarda
çalıyorlar. Bursa’ya gidiyorlar mesela, üç gün beş gün. Baturay imtihana
girecek, kazanırsa Hollanda’ya gidecek. Orada caz piyanistleri yarışmasına
girecek. Geçen yapımcının biri ona “Aranjman yap, piyasada böyle düzenleme
yapan zor bulunur,” demiş. Yazıyor, müthiş altyapı yazıyor, altını üstünü
yazıyor yani…
90’lardan sonra
gazino hayatı bitmişti değil mi, oğullarınızla bir yerlere gidiyor muydunuz?
Dört defa Hollanda’ya gittim.
Yaylı tanburla mı?
Yok mızraplı. Sufi müzik yaptık. Bi tanesinde Kuran-ı Kerim
okudular. Bir keresinde fasıl yapıldı. Hanende Nurettin Çelik de geldi bizimle.
Kızlar vardı. Çiğdem vardı, Gül vardı. Rahmetli Halil (Karaduman) vardı.
Fahrettin Bey’le
Ferruh Bey’in tasavvuf müziğine özel bir ilgisi var mı?
İlgiyle alakasından değil, ne görürlerse çalar onlar.
Albümleri de var.
Albümlerde her türden eser var. Sadece ritim çaldıkları
kayıtları da var mesela. O albümlerde zikir de var, oyun havaları da var.
Renkli, kültürel… Şükrü Tunar’ın Rast Oyun Havası’nı çalmışlar ki orada adamlar
illallah demiş yazdıkları partisyonlardan.
Vurmalı sazları
akortlayıp melodi de çalmışlar değil mi?
Evet, karşılıklı melodi çaldılar… Çalarlar…
Hayrete şayan!
Yarkın Türk Ritim Grubu’nu Fahrettin’le Ferruh kurdu. Baykal
diye bir çocuk da vardı. 12 seneden beri Hollanda’da yaşıyor. Tiyatroda
çalışıyor orada. Bir de Bekir Sakarya var akordeoncu. Birkaç da saz sanatçısı
vardı. En son “Feraye” türküsünü okumuş Çiğdem, onunla birlikte bir sürü oyun
havası, Balkan havaları ve düzenlemeler, altyapılar harika tabii… Çiğdem 3 tane
okumuş, ben bugüne kadar Feraye’nin böyle güzel okunduğunu hiç duymadım. Yerinden
okumuş, çok dikleri de yok eserin ya. Aaaaaa, bayıldım. Ben bilgisayara da
attım, onu arabada da dinlerim.
Hocam başka sanatçılardan
da bahsedelim mi, tavrını en çok sevdiğiniz ses sanatçısı kimdi?
En başta Gönül Akkor.
Bunu en baştan
soruyorum. 20’li yaşlarda gazinoya gittiğiniz dönemlerden beri soruyorum.
Evet çok güzel sesler vardı ama Gönül Akkor’dan önce ve
sonra diye bir ayrım yapabiliyorum. Benim için Gönül Akkor milattır.
Nasıl tarif
ediyorsunuz? Güçlü bir sesi var.
Hiç anlayamazsın, “Bu kadın tıkandı, çıkamayacak,” dersin.
İki misli daha dik okur. Çok candan, içten okurdu. Ölüyormuş ve öldürüyormuş
gibi okur. Müthiş.
Çok çaldınız ona.
Sizin bestelerinizi de okur muydu?
Yok okumadı. Sevmezdi benim tarzlarımı. O vurucu, yakıcı
tarzları severdi.
Ayağa kaldırıcı…
Yıkacak ortalığı… Geçen Radyo’da denk geldim, eviç, Ela
Gözlerini Sevdiğim Dilber, Sadettin Kaynak’ın… Bir Sadettin Kaynak daha
dinledim ondan, muhayyerkürdi, Yine Bahar Oldu Coştu Yüreğim. Müthiş…
Lirik…
Erkeklerden Bekir Sıtkı’yı çok beğeniyorum. O tarzı
beğeniyorum.
Onunla muhabbetiniz
oldu mu hiç?
Hayır olmadı. Zaten çok genç irtihal etti. 36 doğumlu.
Gazino hayatı yok.
Hiiççç… Bu gençlerden Cengizhan (Sönmez) diye bir çocuk var,
onu da beğeniyorum. O da bozdu. Türlü şarkılar okumaya başladı, aman yâ Rabbim…
niye böyle yapıyorlar ya?..
Bestecileri de
sorayım o zaman, hem Osmanlı’dan hem de Cumhuriyet Dönemi’nden…
Itri dendi mi dururum orada. Bu tarafa gelirsek eğer 1925’le
1975 arasındaki bestekârların %35’ini beğenirim. Benim yaptığım ve benimle
beraber diğer müzisyenlerin yaptıkları, popüler müziktir. Öncekiler klasiktir,
ağır klasiktir. Sonrasında Mustafa Nafiz Irmak, Selahattin Pınar, Sadettin
Kaynak var. Bir de Nasibin Mehmet (Yürü) var. Çocukken annesi def elinde
fasıllara gidermiş. Ablasının ismi Nasib’miş. “Kim Mehmet?” “Nasib’in Mehmet,
Nasib’in Mehmet…” derken adı kalmış öyle… Dramalı Hasan…
Aleko’nun da Yorgo’nun da az ve öz şarkıları var, adamı alır
götürür. Müthiş, şaşılacak eserlerdir. Tatyos güzeldir. İsak Varon’un da güzel
birkaç şarkısı var. Ama hiçbirisi bence Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar’ın
kâbına varamıyor. Çok değişik şarkılar… Sadettin Kaynak’ın bir gecede 7 şarkı
bestelediği söyleniyor. O şarkılar bugün klasik oldu. 7 tane bir gecede. Ertesi
gün filme çalınacak şarkılar. Saz eserlerine gelirsek Tatyos var, Refik Fersan
var, Refik Talat Alpman, Tanburi Cemil başta gelenlerdir. Biraz sonrasında
Reşat Aysu…
Yaşadığım çağın müziğini sevdim. Benim yaşadığım müzik
devresi. Ondan sonra bir devre daha geliyor. Antin kuntin, fantiri fittiri…
Okuldaki talebeler de besteler onu, basit. Ben de dâhilim buna, kendimi ayrı
tutmuyorum. Çok cüzidir benim ayrı tuttuğum eserlerim. Bizim yaptığımız da
popüler müzikti. İnan bana… Şimdiki pop müziğe bakarsan o artık, istisnalar tabii
ki var ama, rezillik. “Hafif Türk müziği” dendi ya Ankara TRT tarafından. Ne
hafifi ulan. İşte bu popüler müzik… Güncel. Birkaç gün sonra unutursun. Ama
diğerini unutmazsın. “Sorma Bana Nafile Neler Düşündüğümü…” Adam (Pınar)
32-33’te yapmış şarkıyı, hâlâ okunuyor. “Doğuyor Üzerime Bir Yirmi Sekiz Yaş
Güneşi” diyor adam, eviç… (Sadettin) Kaynak... Allah Allah… 70 senelik şarkı. Diğeri
80 senelik şarkı. 1895 doğumlu Kaynak. Selahattin Pınar 1902 doğumlu. 58
yaşında ölmüş. O hiç değilse 66 yaşında ölmüş. Adam 66 seneye neler sığdırmış.
Onu bırak hadi, Tanburi Cemil kaç yaşında öldü. 43 yaşında. O zaman
yaptıklarını hâlâ çalıyorsun, hem de keyifle. Adam bi 15-20 sene daha yaşasa
acaba neler verecekti? Bunlar devrin Arşimetleri…
Sizin zamanınızda
enstrüman virtüözü olarak, bu gelenekleri sürdüren müzisyenler olarak kimleri
anarsınız?
İzzettin Ökte tanburda mesela çığır açanlardandı. Mesud
Cemil keza öyle. Ama onların hepsinin üstünde; onların talebesi olması
seviyesinde olması gerekirken, boynuz kulağı geçer, Necdet Yaşar, Türk
musikisine büyük damga vurmuş; Amerika’da, birçok üniversitede hocalık yapmış.
Tanbur sazını Türkiye’ye sevdiren biri. Eğer bence Necdet Yaşar olmasa, tanbur
sazı buralara gelmezdi. İlla ki birini takip ediyorsun bir yerlerden. Gençleri
saydım zaten, onlar müthiş, saymama gerek yok.
Zaten onlar Necdet
Bey’in talebesi. Özer Özel de, Murat Aydemir de, Murat Salim Tokaç da.
Geçen sana söyledim Metin Aksu diye biri var. Onun da
ajilitesi iyi. Bunlar dört dörtlük adamlar. Eskilerden Nubar Tekyay da var.
Yorgo Bacanos, Kadri Baba (Şençalar)… İnsanı alıp götüren cinsten…
Nota arşiniz vardı?
Onu Kızıltoprak Musiki Cemiyeti’ne verdim. Evi taşıyordum o
zaman. Bir sürü kitaplar ve nota arşivini verdim onlara. Artık bas bilgisayara
yüz bin tane nota var.
Plak arşiviniz?
Şirketlerden çok hediye geliyordu bana. 45’liklerden,
LP’lerden çok vardı. Ses sanatçıları da çok hediye ederdi gelip. Kendim de
alırdım. Çoğunu ona buna dağıttım, kimisi kırıldı. Kasetler de var. Fakat
çalamıyorsun. Çalsan da kalite gebermiş. CD’ler filan götürüyoruz işi…
Zaten siz işin
içindeydiniz. Yengeyi, çocukları da alıp bir yerlere gider miydiniz?
Çalıştığım yere birkaç defa arkadaşlarla birlikte bir iki
defa getirdim. Eşimle de arkadaşlarımın programına iki-üç defa gittim. Çok az
olmakla birlikte gittik. Örneğin, talebelerimin, yetiştirdiğim kişilerin
sahnesi olduğu zaman gelen davetlere icabet olarak birkaç defa gittik. Sağ olsunlar ararlar, sorarlar; mesela, yine emeğimin geçtiklerinden Hüner (Coşkuner) bizi, eşimi hiç selamsız bırakmaz. Eşim
zaten gece hayatı pek sevmez.
Evcimen.
Evet. Ama bizi bekler. Eve girene kadar bizi beklemiştir. O
ayrı. Müzikli olmasa da akşam yemeklerine dışarı çıkardık.
Şimdi nasıl müzik
dinleme hayatınız?
“Aman yâ Rabbim, bu ne?” dediğim yeni kayıtlar oluyor,
onları hemen arşive atıyorum. Veya eskiden kaçırdığım sesler, kayıtlar oluyor. “Şu
seven kalbin feryadını duy”, Osman Nihat Akın’ın. Bir tek Sabite okumuş, onu
buldum. O da serbest okumuş. Şarkının yeni baştan düzenlenmesi lazım. Ben onu
kendime göre düzenledim ve öyle okuyorum. Ancak benim okuduğum tarzda
güzelleşiyor bana şarkı, yoksa durman lazım, saz duracak, benim düzenlemede
durmaya gerek yok, işliyor parça… Nihat Akın da genç öldü. Akciğer kanserinden
54 yaşında öldü. Onun tavrını, tarzını çok beğenirim. Geçen okudum Fahrettin
Çimenli ile Sezgin çaldı. Ellerinde kaldı sazlar, bu nasıl şarkı dediler. Dedim
ki o şarkı aslında o kadar güzel değil, ben bu şarkıyı bu düzenlemeyle
güzelleştirdim, okumaya çalıştım... Bayıldılar.
Çiğdem Yarkın’ın
şefliğini yaptığı Ferahfeza Klasik Türk Müziği Topluluğu var, ona geliyorsunuz her pazar.
Nasıl aldınız bu kararı?
Ben Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin 50 sene önceki halini görüyorum
orada. İçinde iyi sanatkâr olmaya aday gençler var. Üst üste okunuyor şarkılar,
tekrar ediliyor. Deşifre yapılıyor. Öyle böyle şarkılar değil. Şarkılar da fan
fin fon değil.
İşte bir tane Kâmuran
Yarkın tabiri daha: Fan fin fon şarkı değil… J
J
Hüseyin (Kıyak) de maşallah kıyıda köşede kalmış şarkıların avcısı. Hüseyin’e
bir iki şarkı vereceğim, elinde kalır, çalamaz. Ver bakalım, alacak, karcığar, “A
tamam,” diyecek, sonra kalacak, çalamaz. Ne sanatkârların elinde kalan şarkılar
var. Gelir şarkı önüne, “Hadi çalalım, aaa olmadı gak guk, başa dönelim,”
derken programın iptal olduğunu bilirim ben. Çok şaşırtmacalı şarkı, alıştığın
nağme gelecek diye bekliyorsun, bambaşka bir şey geliyor karşına. Sol
bekliyorsun, si geliyor, ulan nereden çıktı bu si?!! Kel alaka bir ses.
Onlardan var bende birkaç tane şarkı, götüreceğim ona. Söyleme sürpriz olsun.
Sen şunları al bakalım, bir bak bakalım… JJJ
Geçen bana anlattı, “Hoca’nın
saz eserlerini oturduk, tak diye çalamadık,” dedi. Değme sazcıları getir onlar
da çalamaz…
Çalamaz.
En az yarım saat
çalışması lazım.
Yetmez. O Mahur Saz Semaisi’ni nasıl çalacak hemen gördüğü
anda? Sen de bana “Şu tarihte konser var, soloları dağıttık, korolar belli,
sonunda Mahur Saz Semaisi çalınacak…” Ben kendi bestemi unutuyorum. Çalışmam
lazım. İlk önce çıkaracaksın ki çalasın. Bu Mahur Saz Semaisi 1979’da TRT
televizyonunda Radyo sanatçıları tarafından çalındı. 30 saz tarafından. Ondan
birkaç gün önce Cahit (Peksayar) abi C Stüdyosu’nda beni buldu. Sadun Aksüt’ün
tanburu duruyordu orada, “Çalsana,” dedi “dinleyeyim şunu bir.” Caddebostan’da
en iyi kemancıları vardı, önüne koydular, “Yok ya!” dedi, aldı çantayı kapattı,
gitti. O tür şeyler onlara ters gelir tabii. 1974’te yaptım ben onu. Hüseyin
doğru söylüyor, kim olsa en usta bile bakacak… Refik Talat Alpman’ın
Şeddiaraban Saz Semaisi var, bunu udla çalmış Osman Nuri Özpekel. Udla çok
alamadım tadı. Kendim çalmaya çalıştım, o 32’liklerde tıkanıyorum. Orada biraz
kasıp, yavaşlatıp sonra hızlandırıp çargâhtaki karara varılabiliyor ancak...
Ama bunu Taner Sayacıoğlu ile Murat Aydemir çok harika çalmış… Ne adammış bu
Alpman ya. Bi tane de rast var. Rast Saz Semaisi de bela. Onu ben çaldım da bir
tek dördüncü hanede çuvallıyorum. Orası bana çok ters geliyor. Çok süratli
çalınması lazım. #Tika taka tika taka…# Uymuyor ki çalamıyorsun.
Reşat Aysu? Onunkiler
de çok zor.
Çalmışım sana verdiğim CD’de Kürdilihicazkâr Saz Semaisi’ni.
Çalmaya çalışmışım yani.
İspanya’ya gitmiş.
Orada bir kadının dansından mülhem yapmış.
Evet. Kürdili oradan çıkma. Muhayyerkürdisi var,
şeddiarabanı var, nikrizi var, karcığarı var, buseliği var.
Osman Nuri Özpekel’le
Taner Sayacıoğlu bir albümde çaldılar onun eserlerini.
Hemen hemen hepsini… Osman Nuri Özpekel dört dörtlük bir
adamdır. Fakat şeddiarabanı (Alpman’ın) dinledikten sonra diğer icra daha tatlı
geldi. Müthiş çalmışlar Taner’le Murat. #ta ra ti ri ti ri ti ri ta ra ti ri ti
ri ti ritaaa# Bunu çalmak... Elinin altında saz ama tanbur bu. Yukarıdan aşağı
iniyorsun ya. Kaba re’den aşağı kadar iniyorsun. Tiz nevadan, miden yukarı
çıkıyorsun. Sol’e, do’ya kadar.
Yurdal Tokcan?
O çalar. Onun çalamayacağı bir şey yok. O çocuk var ya,
bütün dünyada kimsenin çalamayacağı en zor müzik nedir, getirin onu çalar.
Pablo Casals’tan
bahsetmiştiniz, çok hoş bir hikâyesi var.
Bu çocuk İspanyol, Katalan. 1876 doğumlu. Babası piyanist,
ona piyano öğretmiş. Fakat öyle müthiş bir piyano dâhisi değil. 11 yaşlarında
yakın bir arkadaşı çello çalarken “Ne güzel bir ses çıkıyor bundan,” deyip
“Versene bana,” diye istemiş enstrümanı. Almış, bir iki çalmış o gün. Çok
hoşuna gidince babasından bir tane çello istemiş, babası almış. Fakat adam,
müzisyen olmasına rağmen, demek ki Pablo’yu çok parlak görmüyor veya
müzisyenlik mesleğini kârlı görmüyor, çocuğunun marangozlukla uğraşmasını
istiyormuş. Fakat annesi aynı fikirde değilmiş. Azimle onun elinden tutmuş,
Barselona ve Madrid’de eğitimler aldırmış. Ayrıca ufkunu genişletmek için
tarih, edebiyat, dil ve matematik dersleri de aldırmış. Pablo 2 sene sonra
Brüksel’e seçmelere gitmiş. Dünyaca ünlü bir çello profesörünün huzuruna
çıkmış. Pablo kısa boylu, tıknaz, yerden bitme, serçe parmağı benim başparmağım
gibi etli biri… Tabiri caizse kütük gibi bir adam. Zaten babası da marangoz
olmasını istiyor demiştim ya. Profesör onunla dalga geçerek, “Hey küçük
İspanyol, ‘Souvenir de Spa’yı çalabilir misin?” demiş. Çok kıvrak, ajilite gerektiren, bela bir eser. Pablo
hemen bir öğrencinin elinden almış çelloyu, çalmaya başlamış. Profesör ve etrafındaki
herkes, öğrenciler küçük dilini yutmuş, şaşkına dönmüşler. Müthiş bir çalış,
kabiliyet, enstrüman elinde oyuncak gibi… Profesör Pablo’ya “Eğer benimle
çalışırsan bir senede en iyi çellist ödülünü alırsın,” diye yine üstten üstten
konuşmaya devam etmiş. Bu aslında kaçırılmaz, müthiş bir teklif. Fakat Pablo “Hayır
sizinle çalışmam, siz kaba bir insansınız,” diyerek bu teklifi reddetmiş ve
yürümüş gitmiş. Böyle bir istikbali elinin tersiyle itip Fransa’da bir tiyatro
orkestrasına girip orada sahne arkasında çalmaya başlamış. Ama sonra ünü bütün
dünyaya yayılmış, Beyaz Saray’dan, İngiltere’den davetler almış ve gelmiş
geçmiş en iyi çellistler arasına adını yazdırmış. Sonra, Hitler Almanya’sı,
Mussolini İtalya’sı gibi diktatörlükle yönetilen ülkelerde çalmayı reddetmiş.
Yine başka bir diktatör ve kendi ülkesinin hâkimi General Franco’nun
İspanya’sında çalmak bir yana, onu tanıyan demokratik ülkelerde bile viyolonsel
çalmayı reddederek tepkisini her fırsatta ortaya koymuş.
Belki Pablo’nun
annesi gibi müzik konusunda sizin elinizden tutan biri olmamış ama kendi
gayretinizle, azminizle kendinizi Türkiye müzik piyasasına kabul ettirmişsiniz.
Eh, eh… Filan… Eh işte… Pablo’yla ben arasında benzerlik
kurulması zor, çünkü o bir virtüöz. Tanburi Cemil de çok küçük başlamış bir
virtüöz ama Casals’tan daha fazla bir yanı var: Ne aldıysa çalmış eline. Hem de
mükemmel derecede çalmış. Zurna, viyolonsel, klasik kemençe, lavta, tanbur,
yaylı tanbur…
Hem 30’lu yaşlardan
sonra enstrümanınıza başlamış olduğunuz halde en önemli Türk sanat müziği
solistlerine çalmışsınız, onlara saz takımları kurmuşsunuz, TRT’ninki gibi
zorlu sınavlar geçmişsiniz, yurt dışında pek çok konsere gitmişsiniz.
Evet, yurt dışında da konserlere gittim. Ben devamlı
çalıştım. Askerliğim süresince yasaktı, gizli çalıştım o süreçte. Aşağı yukarı
62-63’ten beri çalışıyorum, tekaütten önce kırık döküktü ama sonrasında yani
73’te emekliliğimin ardından serbest serbest çalışabildim. 43 sene olmuş...