|
Kara Gözlüm |
* Bu yazı, Bağlam Yayıncılık'tan (Yayıma Hazırlayan: Deniz Bayrakdar) çıkan Türk
Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler IV adlı kitapta yer almıştır.
Türk Sinemasında Müziğin
Kültürel/Siyasal/Ticari/Ekonomik Bir Kod Olarak Tezahürleri: Ah Güzel İstanbul
(Atıf Yılmaz, 1966), Kara Gözlüm (Atıf Yılmaz, 1970)
I. Giriş: Bir İfade ve Sembolik Duygu Modeli Olarak
Müzik
Temmuz
2002’de “Türk Sineması’nda Yeni Yönelimler 4” adlı konferansta hem sözel hem de
müzikal performans olarak sunumunu yaptığım bu makalede 60 sonu dönemin
Türkiye’sinin tezahürü/yansıması iki ‘popüler kültür’ ürünü olarak
nitelendirilebilecek Yeşilçam filmleri “Ah Güzel İstanbul” ve “Kara Gözlüm”ü
sinematik kodlarıyla inceleyerek ülkenin özellikle kültürel, siyasal, ideolojik
ve ekonomik gerçeklikleri, durumu ve yapısı üzerine tespitler yapmaya çalışmak
benim burada yapmak istediğim. İki filmin sonunda da ortaya çıkan, kültürel bir
ürün ve kod olarak müziktir. Ah Güzel İstanbul’da ortaya çıkan “Gecekondu Ye
Ye” gibi bir şarkıyken; Kara Gözlüm’ün sonunda film boyunca şekillenerek ortaya
çıkan ise “Sevemedim Kara Gözlüm” gibi bir ürün/eserdir.
Müzik, insanın hayatı algılayışının, yorumlayışının, görüşünün, ona
bakışının, onu anlamlandırışının ifadesi ve kendinden dışarıda olan biten
karşısında kendini nasıl konumladığı ve ona karşı nasıl bir pozisyon/duruş
aldığı/edindiğidir. Veya daha bilimsel bir ifadeyle, antropolog, kültür
incelemecisi Clifford Geertz’in deyişiyle,
“bilişsel (cognitive) ve ifadeci (expressive) semboller insan için
hayatta yol bulmak, kendini, başkalarıyla ilişkilerini ve dünyayı
anlamlandırmak, aşina kılmak için bir
‘harita’, bir ‘model’ oluşturur
ve insanın duygusal (affective) yanını da kapsayan bu ifadeci semboller en çok
popüler kültür alanında ortaya çıkar.”
Stuart
Hall ise bu anlam haritalarının ideolojik bir düzeye ait olduğunu ve
bunların “ortak duyu”da ortaya çıktığını iddia ediyor. Orhan Gencebay’ın, Nurdan
Gürbilek’in de ifade ettiği gibi 70lerde şarkılarıyla (“Sen de Bizdensin”,
“Sevenin Hâlinden Sevenler Anlar”) kurduğu “mağdurlar cemaati” olgusu (Gürbilek, 2002: 12), bu tespiti Türkiye
için ispatlamış oluyor. İki filmde de şarkıların hangi koşullar altında, nasıl
bir oluşum sürecinden geçerek, vücûda gelip ortaya çıktıkları anlatılıyor. İki
filmde de tanıklık edilen müziğin oluşum sürecini ve bu sürecin siyasal,
ideolojik, kültürel, ekonomik, ticari belirleyiciler tarafından şekillenişini, etkilenişini,
dönüşümünü okuyabilmek, Türkiye’nin hâkim yapısına, durumuna, modernleşme
sürecine ve ortamına ilişkin tespitler yapmayı da mümkün kılıyor; çünkü
insanların bu süreçlerden etkilenişleri, duygulanımları, şarkılarda (maddi
unsur hâlinde), tecessüm ediyor, tezahür ediyor hattâ kendini ifşâ ediyor. Veya
başka bir ifadeyle film kahramanlarının ve temsil ettikleri toplumsal sınıfların
geçirdiği zihin-ruh dolayısıyla kimlik bunalımlarının/dönüşümlerinin metaforu
olarak da okunabilir zaman zaman eklektik zaman zaman da diyalektik/sentezsel
yapıya sahip olan bu şarkılar. Bu bağlamda sözlerine, sessel (müzikal)
özelliklerine/unsurlarına, müziğin icra edildiği ortama, dinleyiciye ve hattâ
onunla birlikte yapılan danslara bütünlüklü bir şekilde bakmak gerekiyor,
ortaya çıktığı dönemin karakteristiğinin bir göstergesi olarak da okunabilecek
olan müziğin. İki filmde de karakterleri ve ortamı anlamlandırmamıza yarayacak
bir çatışma unsuru ve bir gramatik kod olarak kullanılan müziğin ortaya
çıkışına film anlatısının türsel (janrsal) özellikleri ve dramatik yapısı içinde
tanıklık ettiğimiz için; bu bize aynı zamanda Yeşilçam filmlerinin bir popüler
kültür ürünü olarak nasıl işlediğine dair de zihin açıcı ipuçları veriyor.
II. Kavramsal Çerçeve
Burada geçen “popüler kültür”, “halk”,
“iktidar”, “hegemonya” gibi kavramların ne anlamda ve hangi çerçevede
kullanıldığına dair açıklamalar ve açımlamalar yapmak gerekiyor. İngiltere’de
Birmingham Kültürel Araştırmalar Okulu’nun kurucuları Raymond Williams ve
Stuart Hall’ın getirdiği kavramsal çerçeveden, ayrıca Berman’ın modernleşme
üzerine yaptığı tespitlerden yola çıkılarak yapılan formülasyonlar ve Geertz’ın
yukarıda da alıntılandığı gibi kültürün işleyişi üzerine yaptığı tespitler
benim konuyu ele alışımın kavramsal temelini oluşturuyor.
Modernleşme
kuramına göre toplumda ilerleme kaçınılmaz bir şekilde süreklidir (progressively), her şey tepeden inme ve
kontrollüdür; halk ise edilgen ve güdülendir. Gelenekselden moderne doğru-
tabiî burada moderni ‘Batı’yla özdeşleştirmek gerekiyor- ‘yerini alma/yerine
geçme’ tarzında bir gidiş vardır. Geleneksel olan teknolojik, ekonomik ve
kültürel her şeyin yerini modern alacaktır. Burada halkların, insanların ve geleneğin
özgüllüğü ve özne olma durumu yadsınır veya göz ardı edilir. Modernleşmeye
karşı tepkiler, iki kutuplu, ya olumlamak/uymak/uyum göstermek ya da çatışmacı
bir mantıkla reddetmek, yadsımak tarzında baş göstermiştir. Her iki durumda da
daha baştan ‘modernlik’e insan
tarafından şekillendirilemez ve değiştirilemez bir durum/fenomen hattâ
Berman’ın deyişiyle “kapalı bir bütün abide”
olarak bakılır. Aslında bu Batı-merkezci bir tutumdur. Berman, insanın
modernleşmeyle olan ilişkisinde (karşılaştığında/yüzleştiğinde- R.Ö.) verdiği
yanıtın uyum ve çatışma yaklaşımlarında olduğu gibi o kadar net değil daha
müphem, diyalektik ve sentezsel olduğunu belirtir. Yani kısaca, uyumu “Batıya göre”; çatışmayı “Batıya
karşı” ve Berman’ın yaklaşımını da “Batıya
rağmen” diye formüle edebiliriz. (Berman, 1982: 24)
Türkiye’nin modernleşme ortamı içerisinde ortaya çıkan müzik ürünlerini
ve filmleri anlamlandırabilmek için Stuart Hall’ın getirdiği kavramlara ve
yaklaşımlara da ihtiyacımız var. En başta söylenmesi gereken kültür veya
popüler kültür halka aittir. Fakat hemen şunu da eklemek lazım ki, popüler
kültür ne hâkim kültürün, iktidarın kültürüyle birebir özdeştir ne de tamamıyla
ondan bağımsızdır. Sürekli bir direnme ve boyun eğme ikiliği arasında gidip
gelen ve bu gerilim içerisinde yeşeren; eski ve yeni tarzlara ait olan veya
kendi geleneksel kültür öğeleri ve dışarıdan aldığı unsurlar ve yapılarla
çelişkili, melez, eklemlenmiş, karmaşık ve iç içe bir yapı arz eder. Bununla
birlikte, hegemonyasını kurmuş, yerleştirmiş iktidarla sürekli mücadele içinde
olan bir alan olarak bakmamız lazımdır popüler kültüre. Yani sadece iktidarın
elinde, kontrolünde olan tepeden inme bir yapı olarak değil. Hem direnmelerin
ve boyun eğmelerin alanı hem de el koyma, kamulaştırma veya hegemonik yapıya
eklemleme (articulation) alanıdır. Hall’a göre popüler kültür saf
anlamda ne sadece hegemonik unsurların dönüştürme, reform, baskı girişim ve
çabalarına karşı popüler geleneğin direnmesidir ne de geleneksel/popüler
kültürün yerine/üzerine geçirilen yeni biçimleridir. Popüler kültür bu ikilik
içinde (direnme, kontrol altına alınma) dönüşümlerin gerçekleştiği alandır. Kültür
incelemelerine başlarken hep bu ikili gerilimden başlanması gerektiğini söyler,
Hall.
Burada
onların kültüre getirdiği tanıma ve Gramsci’den aldıkları ve yararlandıkları
“hegemonya” kavramına da bakmak lazım:
“Kültür yalnızca sanat ve öğreniminde değil ama aynı zamanda kurumlarda ve
sıradan günlük davranışta belli anlam
ve değerler ifade eden belirli
bir yaşam tarzına işaret eder.” Ve bu tanımdan
giderek kültür analizi belirli bir yaşam tarzı yani belirli bir kültürdeki “açık” ve “örtük” anlamların ortaya çıkarılması oluyor. Ve burada insanın
aklına gelen ilk soru, niye bazı anlamların açık ve de niye bazılarının
örtülmek zorunda olduğudur. Hall, Williams’ın bu kültür tanımını Gramsci’den
aldığı hegemonya kavramı sayesinde yapabildiğini iddia eder. Ve Hall,
kültürdeki bazı anlamların/kodların neden örtüldüğünü de bu kavramdan yola
çıkarak açıklar. Hâkimiyetin nasıl sürdürüldüğüne dair bir kavram olan hegemonya
bir
yönetici sınıflar fraksiyonları ittifakının (tarihsel blok) bağımlı sınıflar
üzerinde yalnızca kendi çıkarlarına uyulması için zor kullanarak değil (meselâ
sadece askerî müdahalelerle değil- R.Ö) ama bütünlüklü bir otorite kurması
sonucu ortaya çıkar. Ve hegemonik güçler halkın rızasını kazanmak ve
devamlı kılmak için sürekli örgütlü, planlı, kontrollü politikalar yürütme
şansına sahiptir. Örneğin, iletişim araçlarına, ekonomik güçlere, eğitim
kurumlarına, dinsel kurumlara sahip olmak veya üzerlerinde kontrol sağlamak
gibi... Bununla birlikte bu hegemonyasını da meşrulaştırabilmesi için bir
ideolojiye dayar kendini.
İnsanın
yaşamında, davranışlarını ve ortaya koyduğu pratikleri anlamlandırabilmek için
onun arkaplanını, belirleyici olan beslendiği dinamikleri, kodları araştırmak
gerekiyor. Fakat bu her zaman geleneğin, beslenilen kaynağın birebir
yansıması olmuyor; yani başka bir ifadeyle hegemonyanın izin verdiği kadar oluyor.
Nasıl yukarıda da iddia edildiği gibi modernleşmeden de birebir
etkilenilmiyorsa. “Güdüp yönetme” kuramına göre kültür ve her şey tamamen hegemonyanın
kontrolündedir. Bu kurama itirazlar da vardır. Fakat Hall’a göre bu güç/iktidar
hâkimiyetini bütünüyle reddeden itirazların göz ardı ettiği yakıcı gerçek
şudur: Kültürel iktidar ve hâkimiyet
ilişkilerinin güç alanı ve etkisi dışında kalan hiçbir popüler kültür yoktur.
O yüzden ben ortaya çıkan müzik ürünleri için de filmler için de popüler kültür ifadesinin/tanımının
uygun olduğunu düşünüyorum. Örneğin kitle kültürü ifadesi güdüp yönetme
kuramına daha çok yakışan bir ifadedir. Bu
yüzden popüler kültür kavramı, popüler kültür araştırmacısı Meral Özbek’in bir
popüler kültür örneği olarak Orhan Gencebay arabeskini incelediği ve
Türkiye’de kültürel araştırmalar alanında ilk ürünlerden biri olan “Popüler
Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski” kitabında da ifade ettiği gibi “ne insanın
değer üretebilme, tepki gösterme, olayları etkileyebilme ve değiştirebilme
yeteneğini ne de toplumsal, ekonomik ve ideolojik yaptırıcı koşulların
sınırlamalarını ve belirleyiciliğini göz ardı eden bir kavram olarak uygundur.
Yani
sanat da değil, kitle kültürü de değil. Modernleşmeye tam uyum da değil onla
çatışma da değil. Fakat ne ad verileceğinden önemlisi, kültürel bir kod
olarak baktığımız/ele aldığımız müziğin ve filmlerin yine bu toplumun kendi
kültürel/siyasal/ideolojik/ekonomik/inanışlar sistemi/geleneksel dinamikleri
açısından değerlendirilmesi ve anlamlandırılmasıdır. Şimdi bundan sonraki
bölümlerde hem filmi bir kod olarak müzikleri (“Gecekondu Ye Ye” , “Sevemedim
Kara Gözlüm” ) hem de filmleri bu açımlanan teorik arkaplanda ve düzlemde
analiz etmeye çalışacağım.
III.
Şehnaz Longa’dan Gecekondu Ye Ye’ye
Ah Güzel
İstanbul filminde Haşmet İbriktaroğlu (Sadri Alışık) başkarakterdir,
soyadından da anlaşılacağı üzere babası, zamanın Osmanlı sarayının
ibrikçibaşıdır; fakat hem babasının hem de kendi savurganlıkları hem de içki,
sefa merakları yüzünden malı mülkü kaybetmiş, Beylerbeyi’nde elden çıkardıkları
yalı konağının yanındaki gecekonduda oturur, babadan kalma antika eşyalarıyla
birlikte. Sahilde fotoğrafçılık yapmaktadır. Müzikle ilgisi çok yoğundur. Sessel
ve sözsel unsurlarıyla birlikte hayata nasıl baktığını, hayatla nasıl ilişki
kurduğunu ve onu nasıl anlamlandırdığını ifade edecek kadar ağırlıklı bir
öneme sahip bir araç/vasıtadır onun için musiki. Geleneksel klâsik Türk müziği
icracısıdır. Balıkçı, bakkal ve figüran sinemacı arkadaşlarıyla birlikte her
gece meyhanede sabahlar. Gittikleri meyhanede klâsik Türk müziği nağmeleri
çalınır. Figüran sinemacı arkadaşıyla Osmanlı Türkçesiyle aruzdan şiirler,
gazeller aşk eder. Edebiyat bilgisi de azımsanmayacak derecededir. Aynı zamanda
evde anaannesinden kalan piyanosuyla Itrî’den, Dede Efendi’den eserler icra
eder. Ve film boyunca “hiçbir şey değişmese, biz değişmek için bir şey
yapmasak, bizi yabancı diyarlardan getirdiğin süslü yalanlarla mı
besleyeceksin İstanbul?” gibi nutuklar atar. Gelenekten beslenen birisidir ve hattâ
piyanosu da ona anaannesinden mirastır ve filmin bir yerinde ondan bahsederken,
“onu anlayabilmek için eski zaman zarâfetini bilmek gerekir” diye nutuklanır.
Kısaca,
filmde olaylar şöyle gelişir: İzmir’den gecekondu mahallesinde yaşayan bir
fabrika işçisinin kızı, Ayşe (Ayla Algan), artist olmak hayaliyle Artist
Mecmuasının düzenlediği yarışmaya katılmak için İstanbul’a gelir. Yarışma için
fotoğraf çektirmeye geldiğinde, Haşmet’e komik ve sakil artist pozları verir ve
böylece ikili tanışmış olur; Haşmet onu uyarıp öğütlese de Ayşe, onu artist
yapma vaatleriyle kandıran genelev patronunun ayağına gider, orada ağa düşürülür
ve orada onu kurtarmak için peşinden gelen Haşmet’le polis tarafından
basılırlar; bu maceranın sonunda işçi kızı, Haşmet’in evine yerleşir. Ayşe’nin
hayalleri hâlâ ünlü, zengin ve artist olmaktır. Bir gün, Haşmet’ten izinsiz
pavyona gider hemen işe alınır, sahneye çıktığı ilk gece “Ben Bir Küçük Cezveyim
Elden Ele Gezmeyim” türküsünü söyler fakat insanlar bundan hoşlanmazlar o da
bunun üzerine üzerindeki ceketi atıp “Tamara” çiftetellisiyle göbek atmaya
başlar fakat bu sefer pavyondaki erkekler üzerine çullanıp sarkmaya başlar; o
da ordan kaçıp kurtulup yine Haşmet’in evine döner. Haşmet’le evlenmeye karar
verirler, Haşmet iş aramaya çıkar; fakat Haşmet eli boş yine meyhaneye
arkadaşlarının arasına döner. O gece meyhaneye Batı müziğini yaymaya çalışan
zengin, sermaye sahibi, modernleşmeci, Batılılaşmacı Türk müziğini ve halkı
hor gören, biri Haşmet’in de eski arkadaşı olan erkekli kadınlı bir “etüt grubu” gelir. Kanto tarzında bir
plak dinletilir ve buna karşılık halk isyan eder, itiraz eder ve kavga çıkar,
grup oradan ayrılır. Haşmet eve gelince Ayşe’ye Batılı melodilerin üstüne
toplumsal içerikli gecekondu edebiyatı sözler yazarak bir beste yapar ve
Ayşe’ye o şarkıyı söyletmek için meyhaneye gelen arkadaşının Şişli’deki gece
kulübüne götürür. Şarkı ve Ayşe çok beğenilir. Ayşe ünlü ve zengin olur, lüks
bir hayat yaşamaya başlar, fakat Haşmet bu durumdan hoşlanmaz ve Ayşe’den
ayrılır. Ayşe Haşmet’ten yeni besteler ister fakat Haşmet reddeder ve bunun
üzerine Ayşe intihar eder. Hastaneye kaldırılan Ayşe, gazetecilere
prodüktörünün ona uydurup, yakıştırdığı bütün sahtelikleri, yalanları,
maskeleri ifşâ eder, bütün geçmişini anlatır; sonunda Haşmet hastaneye gelir,
onu alır, tekrar barışıp kavuşurlar ve film böyle sonlanır.
Haşmet’in hayatında önce de
vurguladığım gibi, müzik, sessel ve sözsel yanlarıyla birlikte ele alındığında
hayata bakışını, hayatı algılayışını, anlamlandırışını, davranışlarını,
esprilerini, ortaya koyduğu eserleri etkileyecek, belirleyecek ölçüde güçlü
bir yerdedir. Klâsik Türk müziğini yine Batı menşeli bir enstrüman olan
piyanoyla icra eder. (Yine bir eklemlenme durumu!) Şarkılarının sözleri Divan
Edebiyatı üslubundadır. Örneğin, Ayşe’yle evlenme kararını aldıklarından sonra
mahallelinin bile ilgisini çekecek ölçüde giyinmiş, süslenmiş iş aramaya
giderken gayet coşkulu, hareketli, ritimli, bir klâsik müzik şarkısını
kulaklarında, içinde duymaktadır âdeta. Müziği özümsemiş veya müzik
hayatlarına nüfuz etmiş insanlar, müzikle sevinir, müzikle ağlar hattâ yolda
yürürken adımlarının temposunu içlerinde o an çalmakta olan müziğin
ritimlerine uydururlar. Yönetmen Atıf Yılmaz da Haşmet’in içinde âdeta
inlemekte olanı fonda seyirciye de dinletir. Yukarıda Geertz’den yaptığım
alıntıda insanın duygusal yanını da kapsayan ifadeci sembollerin en çok popüler
kültür alanında ortaya çıktığını söylemiştim; Geertz şöyle devam ediyor: “İfadeci semboller, fiziksel duyumların
toplumsal olarak anlamlı tutumlar ve ruh hâllerine (mood) dönüştürülmesine
yarayan modeller olarak işlev görürler.” Yönetmen Yılmaz, burada Haşmet’in
duygusal yanını ifade eden popüler sembolleri (müzik nağmelerini) izleyiciyle
paylaşır; işte tam burada kişisel olan toplumsal olana dönüşmüş olur.
Aslında, bu film modernleşme
tecrübesi geçiren Türk halkının/toplumunun hâlini, modernleşmeye itirazını,
uyumunu, onla çatışmasını, ona nasıl bir cevap verdiğini kısaca modernleşme
tecrübesini kişiler üzerinden anlatır. O yüzden tam o sahnede ortak bir
duygulanma yaşanır. Aynı şarkı Ayşe’den ayrıldıkları sahnede daha ağır bir
tempoda çalınır. Meyhaneye etüt grubunun geldiği an, Haşmet’in modernleşme
projesiyle, iktidarla, hegemonyayla, ilk defa bu ölçüde yakın bir şekilde
karşılaştığı, yüz yüze geldiği andır. Halk bu duruma çatışmacı, reddedici, yadsıyıcı ve tam bir panik psikolojisiyle yaklaşır.
Fakat Haşmet sevgilisini ekonomik olarak daha iyi şartlarda yaşatabilmek, onun
gönlünü kazanabilmek için karşılaştığı bu hegemonik müdahaleye,
hamleye/taarruza kendi geleneksel, muhafazakâr yapısını eklemleyerek
cevap/karşılık üretir ve ortaya çelişkili unsurların bir arada bulunduğu
eklektik bir ürün çıkar. Ayşe’ye şarkı bestelemek için anneannesinden kalma
piyanosunun başına oturduğunda, işe “Şehnaz Longa”dan başlar ardından Batılı
formda bir melodiye geçer ve sonunda ortaya çıkan sessel olarak daha melez,
eklemlenmiş bir ürün, “Gecekondu Ye Ye”dir. Ortaya çıkan ne Şehnaz Longa’dır ne
de ardından çaldığı Batılı melodidir. Sözsel olarak baktığımızda zaten şarkıya
gecekondu kültürünün ağzını sokmuştur veya katmıştır. Sessel olarak Ayşe’nin
çıktığı gece kulübündeki icraya baktığımızda, ritim olarak bateriyle kanto
ritimlerini andıran bir tempo vardır, söyleyiş olarak ise Ayşe’nin türkü
beslenimli sesi Türk kulağına aşinadır; melodiler yukarıda da anlattığım gibi
Şehnaz Longa’dan doğmuş Batılı melodilerle yoğrulmuş ikili bir karaktere
sahiptir. Sonuçta, hegemonik müdahaleye, etkiye maruz kalındıktan sonra direnme
ve boyun eğme aşamalarının/süreçlerinin ardından meydana gelmiş bir üründür.
Başka bir deyişle, hegemonik yapıya, ekonomik yapıya eklemlenmiştir. Filmde
Şehnaz Longa en son, Ayşe intihar ederken çalınır. Yani artık ne Şehnaz Longa
ne Ayşe ne Haşmet ve dolayısıyla ne de toplum eski hâlleri gibidir.
Aynı zamanda, film boyunca fonda
sürekli klâsik nağmelerin çalıyor olmasına rağmen filmin sonunda bizim
karakterlerimizin hayatına ve popüler alana (müzik/eğlence piyasasına)
“Gecekondu Ye Ye” gibi bir parçanın hâkim olması, geleneğin insanların
içinde/kafasında/bilincinde veya bilinçdışında hep yaşamını sür(dür)düğünü
fakat dışarıya ise ancak hegemonik kültüre eklemlenebildiği, onun
dönüştürmelerine razı olduğu sürece veya başka bir deyişle hegemonyanın izin
verdiği kadar çıkabildiğini anlatıyor bize. Ve yine bu filmden hareketle
işaret edilmesi gereken bir başka husus, insanların gelenekle veya yeniyle
kurduğu veya kuramadığı ilişkinin, sadece kişisel bir deneyim gibi görünmesine
rağmen aslında ülkenin ve toplumun kültürel, ekonomik, ticari gelişimlerini,
dönemlerini tayin eden bir etmen olduğudur.
IV.
“Sevemedim Kara Gözlüm Seni Doyunca”
Ah Güzel
İstanbul filminden yine yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı 1970lerin
başında çekilmiş ve yine Türk halkının modernleşme tecrübesine ayna tutulduğu
Kara Gözlüm filmine geçersek, filmde kahramanımız Azize (Türkan Şoray),
türküler söyleyen, horon tepen, babasıyla sahilde balık satan, halkın
sevgilisi, “balıkçı güzeli”dir.
Sahildeki balıkçılar Karadeniz köylerinden
İstanbul’a gelmiş ve kent hayatına eklemlenmiş halktır. Kendi hâllerinde
yaşarlar veya öyle yaşamak niyetindedirler, değişmek, kentliye doğru dönüşmek
gibi bir niyetleri yoktur, geleneksel değerlerini muhafaza etmektedirler.
Modernleşmeyle aralarında hep bir mesafe vardır. Ta ki, boğaz lokantasında
karısıyla yemek yerken sahilde şarkı söyleyen Azize’yi çok beğenen
“gazinocular kralı” Osman’ın, inatçı Azize’yi gazinosunda sahneye çıkmaya ikna
etmeye çabaladığı sırada Azize’yi oğlu Yengeç Rıza’ya ezelden beri almak
isteyen kadının laf giydirmelerine, sataşmalarına Azize’nin küçük hesaplarla
karşılık verme, çekişme dürtülerinin depreştiği âna kadar. Ah Güzel İstanbul
filmindeki Haşmet’i hatırladığımızda yine kişisel bir deneyim gibi görünüyor
fakat ilerde kültürel, ekonomik, ticari ve ekonomik hayatın seyrinde etkileyici
ve belirleyici olacak bir an.
Filmin diğer
kahramanı Kenan (Kadir İnanır) ise konservatuarda Batı müziği icra eden, o
alanda eğitim alan biridir. Viyolonsel (çello), keman ve piyano gibi Batılı
sazlarla (gerçi, özellikle yaylı gruba ait olan keman gibi sazların orijinin Doğu-
Mezopotamya- olduğu söylenir ve bilinir fakat Kenan klâsik Batı müziği
disiplini içinde icra eder bu enstrümanları, zaten filmin ilerleyen
zamanlarında “Şopen” lakabını alacaktır)
müzik icra eder. “Hippi” veya “rock” tarzı müziklere; hattâ
klâsik müzik dersleri verdiği kızın ve babasının ısrarlı evlenme tekliflerine
ve fabrikalarının başına geçirme davetlerine direnmektedir, karşı gelmektedir.
İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada, ekonomik, askerî ve siyasi bakımlardan
uluslararası hegemonik güç Amerika Birleşik Devletleri’dir. 1950’lerden sonra
da Türkiye Demokrat Parti politikaları ile birlikte bu hegemonik güce
eklemlenir ve ülkede her bakımdan Amerikan tarzı bir sisteme gidiş vardır.
Ülkede artık 70’li yıllara gelinmiş ve kapitalizm, serbest piyasa, sermayeye
dayalı endüstri/ticaret gibi dinamiklerin belirlediği hegemonik yapı/anlayış
iktidar hâline gelmiştir. Filmde Kenan’ı kızına damat olarak görmek isteyen
fabrikatör baba da Kenan’ın bu direnen ‘safça’ tavrını eleştirir ve bir
seferinde onu kendi fabrikasının başına geçmesi için ikna etmeye çalışırken şu
ifadeleri kullanır: “Benim fabrikalarım ‘hükûmet’ gibi şiştikçe şişiyor, sen
hâlâ bu gıygıyla uğraşıp duruyorsun.”
İşte
Kenan’ın direndiği tam da bu sosyal
adaletsiz kültürel/ekonomik/siyasal durum/ortamdır; kendisinin müzik
bilgisi ve yeteneği entelektüel birikimi herhangi bir şekilde itibar görmez ve
iş bulamayıp biraz sonra Azize ve arkadaşlarının işgal edeceği gazinoda
garsonluk yapmaya başlar. Kenan bu direnişini bir çelişki durumu olarak
nitelendirilebilecek şekilde Batı müziği içinden yapar hattâ bir seferinde
yakın arkadaşı (Müjdat Gezen) onu “Seninki Müslüman mahallesinde salyangoz
satmak” diye eleştirir.
Şunu da
belirtmek gerekir ki 70’lerde köyden göç etmiş fabrikatör patronun “gıygıy”
diye hor gördüğü Klâsik Batı müziği ve o kültür bir önceki hegemonik iktidar
‘tek parti dönemi’ kültür politikasının
meşru müzik türü ve kültürüydü ve halk için “uygun görülen”di. Halk müziği ise
düşük bir zevk olarak görülüyordu. Fakat bu noktada şunu da belirtmek gerekir
ki müzik bilgisi ve perspektifi geniş biri olan Kenan, Azize ve çevresinin müziği
olan halk müziğine “Ah Güzel İstanbul” filminde gazinoya Batı müziğini
yaymaya gelen etüt grubunun halka ve onların geleneksel müziğine karşı
takındığı tavır gibi hor gören ve yadsıyıcı bir yaklaşımla bakmaz (zaten böyle
bir durum mümkün olamaz çünkü filmde Kenan’ın yaşadığı ev ve annesi tipik
muhafazakâr figürler olarak çizilir). Onun sahildeki sahnede Azize’nin türküsü
için düşük olarak nitelendirdiği/yorumladığı müziğin icrasına dair bir
yorumdur veya başka bir deyişle “Kötü müzik yoktur, kötü icra vardır”; zaten
öyle olmasaydı sonunda sadece klâsik Türk sanat müziği veya geleneksel halk müziği
formları içinde değerlendirilemeyecek fakat onlardan da beslendiği veya
sessel-sözsel olarak köklerini onlardan aldığı aşikâr olan “Sevemedim Kara Gözlüm”
gibi bir eser ortaya koyamazdı.
Gazinocular Kralı Osman’ın davetiyle Azize ve arkadaşlarının gazinoya
girişlerindeki rahat, teklifsiz, geniş, serbest ve biraz da sertçe hâlleri
gerilim ve tedirginlik yaratacak düzeydedir. Çünkü o an gazinoda, müdavim
elitlerle Azize ve arkadaşlarının temsil ettiği halktan oluşan iki kutuplu
tablo çatışmaya meydan verecek bir görünüm arz eder. Fakat sonuç ön görüldüğü
gibi olmaz tabiî ki, hattâ elitlerle Azize’nin arkadaşları bir işbirliği bile
yaparlar denebilir ve Azize iki tarafında rıza ve arzusuyla sahneye çıkmaya
başlar. Belki, Azize istediği gecelik ücretini alarak çalışmaya başlar,
veya/yani başka bir ifadeyle, iktidardan bir taviz ve boyun eğme kopardı diye
telâkki edilebilir bu durum; fakat Azize kendi geleneksel türküsünü söyleyerek
gönüllerini kazandığı gazino müşterilerine o türküsünü bir daha
söyleyemeyecektir ve yine sempatilerini kazanmasında önemli bir paya sahip olan
kıyafeti, davranışları, konuşması ve hâlleri ileride âdeta “aşılacak geri bir
toplumsal çocukluk hâli/evresi” olarak yaftalanacaktır; çünkü sonra
Azize’ye daha ‘modern’ bir kimlik giydirilecektir.
Azize’yle
gazino patronu Osman’ın karısının kavgasında Azize halkın temsili, Osman’ın
karısı ise iktidarın temsili olarak düşünülebilir. İkisinin de güçlü
direnmeleri ve yer yer boyun eğmeleri sonucu ortaya çıkan eser hegemonik güce
eklemlenmiş, dönüş(türül)müş melez bir popüler kültür ürünüdür. İki tarafın da
dinleyebileceği tarzda ve biçimdedir. Ne Azize’nin türküsü/kültürü elitlerin
kültürünün yerini alır ne de elitlerin kültürü olan klâsik Batı/Türk sanat
müziği halkın kültürünün yerine geçer.
Kenan
sevdiği Azize’ye direnir fakat bu sefer içindeki aşka dayanamaz ve o da boyun
eğer. Ortaya koyduğu ürüne hem sessel hem sözsel olarak baktığımızda
direnmenin ve boyun eğmenin geriliminden çıkmışlık fark edilir. Ekonomik
yapıya/güce ve elit kültürel yapıya boyun eğmiş ve hegemonik yapıya
eklemlenmiş, dönüşmüş, melez bir hâl almış sevgilisi Azize’yi ifade etme
arayışında bestelemiştir bu şarkıyı Kenan. Çünkü Kenan’ın deyimiyle: “Dön bir
bak, Azize! Şu aynadaki, o sahildeki saf,
‘balıkçı güzeli’ Azize mi?..” Azize o pespaye, yırtık, ‘balık kokulu’
giysilerini atmış, kürklü, tuvaletli ‘kostüm’lerinin içindedir artık; annesiyle
daha modern bir eve taşınır, güzel konuşma, dans dersleri alır...
Böyle bir
Azize’yi ifade edebilmek Türk popüler hayatındaki müzik gelişimini incelediğimizde
ancak yine melez/karma özellikler taşıyan “Sevemedim Kara Gözlüm” parçasıyla
mümkün olabilirdi. Kenan sevgilisine duyduğu aşkın acısıyla ve hüznüyle
bestelemiştir bu eseri. Çünkü o kendisinin de ifade ettiği gibi “eski Azize’ye
âşık olmuştu; fakat Azize değişince/dönüşünce o da bir nevi dönüşüm geçirmek
zorunda kalır. Eğitimini aldığı klâsik Batı müziğinden taviz verir, eleştirdiği
ekonomik yapı/sistem içine dâhil olup Azize’ye beste yapar; fakat ortaya
orijinal, diyalektik bir sentez çıkarır. Geleneksel Türk müziklerinden beslenen
ve Batı geleneklerinden de etkilenen bir ürün ortaya koyar. Öyle ki,
uluslararası hegemonik güç Amerika Birleşik Devletleri’nin önemli bir unsuru
olan Hollywood, Azize’yi kendine eklemlemek ister, Azize’ye “Mihrace’nin
Gözdesi” filminde oynama teklifi götürülür; fakat bir şartları vardır o da
Azize’nin, gazinoda söylediği şarkısının bestecisini de yanında getirmesidir.
Tam bu aşamada Kenan kimliğini bir maskeyle gizler ve bir süre açığa vurmaktan
çekinir; şarkının bestecisinin (yani kendisinin) arandığı günlerin birinin rüyasında
Azize’yi, Harem mizanseni içinde kendisinin de bizzat zurnada ona Arap ezgileriyle
eşliğinde, göbek dansı yaparken görür.
Onun gibi
bir müzik adamı için kendisinin düştüğü bu durum utanç vericidir çünkü kendisi
keman, piyano, viyolonsel gibi enstrümanlarla Batı müziği eğitimi almış aynı
zamanda kendi müzik geleneğinden de beslenen ama Batı gelenek ve formlarından
etkilenen, rüyasının mizansenini oluşturan Mihrace’nin Gözdesi filminin
‘oryantalist’ bakışının gördüğü gibi sadece bir Arap göbek dansı müziği olarak
nitelendirilemeyecek orijinal bir ürün ortaya koymuştur. Aslında onu daha
çok üzen ve o rüyayı görmesine sebep bilinçdışındaki sâik dışarıdan nasıl
görüldüğü (oryantalist bakış tarafından) kaygısıdır. Zaten kendisi de bir
kimlik bunalımı yaşamaktadır; sevgilisinin güle oynaya girdiği ve geçirdiği
kimlik dönüşümü sürecini o büyük bir bunalımla atlatmaktadır, kendi kimliğini
maskeyle gizlemesinin sebebi de budur. Aynı zamanda bu tavrını Azize’yi (veya
yıllardır konservatuarda Batı geleneğinin içinde olan fakat ilk defa çok yakın
ve asıl manada Batıyla temasa ve yüz yüze gelmeye davet edilen “Müslüman
mahallesinde salyangoz satan” kendisini durdurmak veya kendisiyle hesaplaşmak)
için geliştirdiği muhafazakâr bir refleks olarak da yorumlayabiliriz. (yeni)
Kimliğini ancak sevgilisini (ve kendini!) hegemonik gücün elinden kurtarmayı
başardıktan sonra ifşâ eder; çünkü hem yaptığı ürünü hem de yeni kimliğini ve durumu
kabullenmiş ve içine sindirmiştir artık.
Son olarak “Sevemedim Kara Gözlüm”
şarkısının sessel ve sözsel olarak analizine ve Kenan ile Azize’ nin
geçirdikleri evreler/süreçler/tecrübelerle arasındaki ilişkisine geçebiliriz.
En başta dikkat edilmesi gereken nokta bu eserin sanatçı Orhan Gencebay’a ait
olduğu ve ritimsel özellikleridir. Yine belirtilmesi gereken, Gencebay’ın
şarkılarını geleneksel halk müziği enstrümanı olan bağlama üzerinde bestelediğidir. Gencebay, şarkılarının melodilerini
ve ritimlerini ilk önce bağlama üzerinde dener. Gencebay’daki ritim ve melodi
duygusu hem coşkuyu hem hüznü bir arada içerebilen bir mahiyettedir. Yani
ontolojik olarak kendi geleneğinden kökünü almaktadır (Azize’nin durumuyla
karşılaştırdığımızda, Azize de gelenekten gelir fakat kent dinamiğine, moderne
eklemlenir; nağmedeki hüzün ve ritimde öne çıkarılan heyecan, coşku da
Kenan’ın direnme ve boyun eğme arasında gidip gelen, çelişkili, gerilimli, yer
yer ümitli ve yer yer de ümitsiz hâlet-i ruhiyesiyle paralellik gösterir).
Başka bir
ifadeyle, Gencebay halk müziği ve sanat müziğinden beslenen müzik anlayışını ve
tarzını kent dinamiğine uygun hâle
getirip eklemler. Filmdeki icrasında da Batılı formda bir ritim vardır, ana
nağmeye piyano ve vurmalılar (bateri) eşlik eder. Ana nağme, Türk sanat müziği
nağmeleri ve makamlarıyla rahatlıkla ilişkilendirilebilir. Aynı zamanda
Gencebay fiilen rock ve caz gruplarında da çaldığı için Batılı formlara da
hâkimdir. Sessel olarak söyleyiş tarzına bakıldığında notayı çarpma (tremelo),
kaydırmalar, süslemeler ve gecikmeli söylemeler (ritim dışına çıkıp ritmi
tekrar yakalamak) ve volyum artırmalar gibi Türk müzik geleneklerinden gelen tavırların
hâkim olduğu fark edilir. Sözleri ele aldığımızda, bu şarkıda geleneksel,
dinsel/mistik, soyut bir hava vardır. Bu eser Türk popüler hayatında 45 ayrı
sanatçı tarafından plağa okunmuş, yani bir başka deyişle 45 kere popüler
olmuştur. Girişte de ifade ettiğim gibi
müzik, insanın hayatı algılayışının, yorumlayışının, görüşünün, ona bakışının,
onu anlamlandırışının ifadesi ve kendinden dışarıda olan biten karşısında
kendini nasıl konumladığı ve ona karşı nasıl bir pozisyon/duruş aldığı/edindiğidir.
Kenan kendinin de içinde olduğu bu olup bitene, tecrübeye ortaya koyduğu ürünle
bir anlamda cevap vermiş olur.
V.
Sonuç: “Dil Varlığın Evidir”
Bu
çalışmayla yapmak istediğim, yukarıdaki film ve müzik örneklerinde olduğu gibi
popüler kültür ürünlerini başta halkın olan fakat sonra iktidara/hegemonyaya eklemlenmiş
ürünler olarak kabul edip bu ürünlere disiplinlerarası, farklı açılardan
görebilen ve kültürel/ekonomik/siyasi/ideolojik/teorik ve dinsel
inanışlar/geleneksel dinamikler ışığında bakabilmekti. Ve tabiî, müziklerin ve
filmlerin gramatik kodlarıyla analizi karakterlerin ve dolayısıyla izleyici
halkın zihinsel/ruhsal yapılarını ve filmin dramatik yapısını, işleyişini
anlamlandırmak için önemliydi. Popüler kültür ürünlerini ön yargılı bir
şekilde, “sığ”, “yoz”, “afyon”, “kitle kültürü” gibi nitelemelerle yaftalayıp
çöpe atmaktansa onları bütünlüklü bir şekilde analize tâbi tutup,
anlamlandırmak önemlidir; çünkü Geertz’ın da ifade ettiği gibi şeyler hakkında
ne hissettiğimizi ancak popüler kültür ürünlerinin (ritüellerin, sanatın,
efsanelerin) insanlara sunduğu toplumsal duygu imajlarıyla veya duygulanma
deneyimleriyle (sembolik duygu modelleriyle) anlayabiliriz (Geertz, 1973: 82).
Çünkü duygulanma ve bilme birçok zaman iç içedir veya birbirini takip eder.
Aynı
zamanda Türkiye’de olmayan bütünlüklü eleştiri geleneğinin yerini doldurmaya
çalışan “Türk Sineması’nda Yeni
Yönelimler” gibi konferansların/düşünce ortamlarının ileride daha orijinal
ürünlerin ortaya çıkmasında önemli bir paya sahip olacağını düşünüyorum. Kara Gözlüm
filminde “meçhul besteci”nin (kimliğini gizleyen Kenan (Şopen) Azize’ye attığı
uzun nutuğa gönderme yaparak, Heidigger der ki, “Dil varlığın evidir. İnsan
varlığın evinde yani dilde iskân eder. Düşünce üretenler ve sözcüklerle bir
şeyler yaratanlar bu evin muhafızlarıdır.” Bir yere iskân etmeksizin inşâ etmek
imkânsızdır. Ve bir dile sadık kalabilmek ve o dild(l)e veya içinde yaşanılan
zamanda/mekânda bir şeyler üretebilmek için onu ilk önce bütünlüklü ve etraflı
analizlere tâbi tutarak iyice bilmek gerekir.
Kaynakça:
Ø Berman, Marshall, All That is Solid
Melts Into Air, Londra, Verso, 1982.
Ø Geertz, Clifford, The Interpretation
of Cultures, Londra, Hutchinson, 1973.
Ø Gürbilek Nurdan, Kötü Çocuk Türk,
İstanbul, Metis, 2002.
Ø Stuart Hall, Culture, Media, Language,
Londra, Hutchinson, 1980.
Ø Özbek, Meral, Popüler Kültür ve Orhan
Gencebay Arabeski, İstanbul, İletişim, 1991.
Geertz’dan aktaran: Meral
Özbek, Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski, İstanbul, İletişim, 1991, s.
100.
Stuart Hall, Culture, Media, Language, Londra, Hutchinson, 1980.
Hall ve Williams’tan derli toplu bir şekilde
özetleyerek aktaran: Meral Özbek, Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski,
İstanbul, İletişim, 1991, s. 53-87.