Ömer Ayhan'ın Siyah
Beyaz Bir Öykü (2001, Doğan
Kitap) kitabına adını veren
öyküsüne dair

Mekâna ruh
üflendiği veya mekânın bir ruh vazettiği dikotomisinden yola çıkarak insanla
taş, ahşap arasında bir bilmece, oyun kuruluyor. Nesnesi mekân-dünya olan bu
ilişki en çok filmler üzerinden sürdürülüyor.
“Korumayı
değil yitirmeyi tercih eden bir yığın.” Öykünün en temel cümlelerinden biri bu
olsa gerek. İkincisi de “boşluğa asılı bir mutluluk.” Öyküde karşımıza çıkan ne
melankolik ne de nostaljik; korunmayan, yitirilmesi tercih edilen, bilinçli
veya bilinçsiz ölmesine göz yumulan bir gerçeklik. Belki de hiç olmamış.
Geçmişte gerçekten var olduğu dahi şüpheli. Gölge bir gerçeklik.
Kızın (Belgin)
ayna karşısında, sonra rehber çocuğun karşısında rol yapması, önceden gözlediği
bir repliği ve zihnindeki tasavvuru tekrar oynamasından, canlandırmasından
ibaret. O oynadıkça gerçekliğin üzerine katman üzerine katman biniyor. Öykünün
bu noktasından sonra kayıp zaman, mekân algısı üzerinden problemli, kayıp bir
kişiliğe kaydırılıyor.
Bu
gerçeklikle kurulan ilişki (film üzerinden olsun, hiç bakım görmemiş yıkılıp
dökülen zombi ahşap parçaları üzerinden olsun, taklit edilen jestler, mimikler
üzerinden olsun, annesinin boyalarının çocuğu, birbirine dolaşmış makyaj renkleri
üzerinden olsun) kadavrayla kurulan bir ilişki gibi ürkütücülüğü ve
tekinsizliği çağrıştırıyor. Bir ölüye dokunmak gibi. Ama yaşayıp yaşamadığı
belli olmayan bir ölüye. Bu, iletişim(sizliğ)in film-kurmaca üzerinden
yürümesinden de kaynaklanabilir Yeşilçam’daki karakterlerin ölmeye teşne,
sevdalı olduklarından da.
Bahsedilen
50 sonları ve 60 başlarındaki dönemin akabinde, başrollerini Kartal Tibet ve
Türkan Şoray’ın oynadığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği 72 yapım Zulüm adlı bir melodramda Türkan Şoray son
sahnede kolunu baltayla keser, yanlış anlamayı ortadan kaldırmak ve aşkını
kanıtlamak, kırdığı kalbi tamir etmek için. 1960 yapım bir filmin adı da olan Ölüm Perdesi tamlamasının öyküde geçtiği
pasaj şöyle: “Özenle yarattığım boşluğun
baş döndürücü uçsuzluğunda boğuluyorum. İneceğim ve kahvehanenin rahatsız
iskemlelerinden birine oturup Ölüm
Perdesi’ni seyredeceğim.” Öykü, anlatmak istediklerini burada
ironileştirerek gizliyor.* Bu filmlerin ön kabullerinden biri ölümün yaşamaya
göre daha üstün, yüce bir durum, eylem olduğu. Seve seve ölmek… Bu dünyaya pek
gönül bırakmayan bir tavır... Karakterler ‘kurban’lar gibi geziyorlar kameranın
önünde, Ölüm Perdesinde. Feda
edilmişlik…
Daha
onurluca bir davranış, kahramanca… Evet, kulağa hoş geliyor. Fakat buradaki can
alıcı soru şu olsa gerek: Kim tarafından ve kime feda edilmişler? Belki
Yeşilçam’daki karakterlerin kim tarafından feda edildiklerini tam olarak
bilmiyor olmamaları mihenk taşı. Kendilerini adak olarak adayanlarla
tanışamamış kurbanlar. Hayalet bir ruhun onlara telkin ettiği bu eylemleri
ortaya koyarken tuhaf bir haz, arınma, mahcubiyet, vefa borcu, dahası bedel,
kefaret ödeme hissi de duyarlar. Sanki cürüm işlemişçesine… Ama bu eylemler
sadece sonuçtur; şekilsel olarak eski zamandan nakledilen ama sebepleri ortada
olmayan, derinlere gömülmüş sonuçlar. Bu, tarihsel süreçteki, modernleşme
sürecindeki keskin inkıta ile de alakalı olabilir. Ama insiyaki olarak, piç bir
gen şeklinde bünyelerinde vardır bu. Bu gen kendilerinden sonraki kuşaklara ise
iyice muharref olarak tevarüs eder. İşte bu daha patolojik bir hale sebep olur.
Öyküdeki Belgin karakteri gibi.
Bağ
görünmezleşerek, koparak ne idüğü belirsiz, tanımlanamayan, adı konamayan
tekinsiz bir duyguya, motife, itkiye dönüşür. Hayalet gibi insanların içinde
dolaşır. Bu ur iyi huylu (nötr) veya kötü huylu vasıflarda tezahür edebilir.
Rehber karakter düşlerinin ve hapların arasında bunu da alarak, duyarak ve
duyumsayarak afyonuna derceder. Belgin’de ise manik-depresif bir halin, adı
konamayan, hayalet sebebi olur…
* Atıf
Yılmaz’ın yönettiği, Orhan Günşiray ve Leyla Sayar’ın başrollerini paylaştığı 1960
yapım bu filmin makarası hâlen kayıp. Bu gerçek Ayhan’ın ironiyi enikonu derinleştirdiğinin
kanıtı.