Sayfalar

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Ölüm Perdesi

Ömer Ayhan'ın Siyah Beyaz Bir Öykü (2001, Doğan Kitap) kitabına adını veren 
öyküsüne dair

Siyah Beyaz Bir Öykü şehrin farklı algıları arasında rijit geçişlerle başlıyor... Kenti iki belki daha fazla farklı algı üzerinden yansıtıyor. Bu uğurda rehber karakterini emrivaki ve zoraki şekilde, bir ‘turist bakışı’na kurban veriyor. Mekân algısının altını çiziyor. Öykünün yazarı Ömer Ayhan, romanı Öldüren Şehir’de olduğu gibi mekândaki işaretler üzerinden meramını anlatmayı yol biliyor. Burada mekânlar insanların kişiliklerini ve algılarını üreten konumda. Mekân mı insanı üretiyor, insan mı mekânı? İkisi karmaşık, flu bir bilinmezliğe, enigmaya dönüşüyor.

Mekâna ruh üflendiği veya mekânın bir ruh vazettiği dikotomisinden yola çıkarak insanla taş, ahşap arasında bir bilmece, oyun kuruluyor. Nesnesi mekân-dünya olan bu ilişki en çok filmler üzerinden sürdürülüyor.
“Korumayı değil yitirmeyi tercih eden bir yığın.” Öykünün en temel cümlelerinden biri bu olsa gerek. İkincisi de “boşluğa asılı bir mutluluk.” Öyküde karşımıza çıkan ne melankolik ne de nostaljik; korunmayan, yitirilmesi tercih edilen, bilinçli veya bilinçsiz ölmesine göz yumulan bir gerçeklik. Belki de hiç olmamış. Geçmişte gerçekten var olduğu dahi şüpheli. Gölge bir gerçeklik.

Kızın (Belgin) ayna karşısında, sonra rehber çocuğun karşısında rol yapması, önceden gözlediği bir repliği ve zihnindeki tasavvuru tekrar oynamasından, canlandırmasından ibaret. O oynadıkça gerçekliğin üzerine katman üzerine katman biniyor. Öykünün bu noktasından sonra kayıp zaman, mekân algısı üzerinden problemli, kayıp bir kişiliğe kaydırılıyor.

Bu gerçeklikle kurulan ilişki (film üzerinden olsun, hiç bakım görmemiş yıkılıp dökülen zombi ahşap parçaları üzerinden olsun, taklit edilen jestler, mimikler üzerinden olsun, annesinin boyalarının çocuğu, birbirine dolaşmış makyaj renkleri üzerinden olsun) kadavrayla kurulan bir ilişki gibi ürkütücülüğü ve tekinsizliği çağrıştırıyor. Bir ölüye dokunmak gibi. Ama yaşayıp yaşamadığı belli olmayan bir ölüye. Bu, iletişim(sizliğ)in film-kurmaca üzerinden yürümesinden de kaynaklanabilir Yeşilçam’daki karakterlerin ölmeye teşne, sevdalı olduklarından da.

Bahsedilen 50 sonları ve 60 başlarındaki dönemin akabinde, başrollerini Kartal Tibet ve Türkan Şoray’ın oynadığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği 72 yapım Zulüm adlı bir melodramda Türkan Şoray son sahnede kolunu baltayla keser, yanlış anlamayı ortadan kaldırmak ve aşkını kanıtlamak, kırdığı kalbi tamir etmek için. 1960 yapım bir filmin adı da olan Ölüm Perdesi tamlamasının öyküde geçtiği pasaj şöyle: “Özenle yarattığım boşluğun baş döndürücü uçsuzluğunda boğuluyorum. İneceğim ve kahvehanenin rahatsız iskemlelerinden birine oturup Ölüm Perdesi’ni seyredeceğim.” Öykü, anlatmak istediklerini burada ironileştirerek gizliyor.* Bu filmlerin ön kabullerinden biri ölümün yaşamaya göre daha üstün, yüce bir durum, eylem olduğu. Seve seve ölmek… Bu dünyaya pek gönül bırakmayan bir tavır... Karakterler ‘kurban’lar gibi geziyorlar kameranın önünde, Ölüm Perdesinde. Feda edilmişlik…

Daha onurluca bir davranış, kahramanca… Evet, kulağa hoş geliyor. Fakat buradaki can alıcı soru şu olsa gerek: Kim tarafından ve kime feda edilmişler? Belki Yeşilçam’daki karakterlerin kim tarafından feda edildiklerini tam olarak bilmiyor olmamaları mihenk taşı. Kendilerini adak olarak adayanlarla tanışamamış kurbanlar. Hayalet bir ruhun onlara telkin ettiği bu eylemleri ortaya koyarken tuhaf bir haz, arınma, mahcubiyet, vefa borcu, dahası bedel, kefaret ödeme hissi de duyarlar. Sanki cürüm işlemişçesine… Ama bu eylemler sadece sonuçtur; şekilsel olarak eski zamandan nakledilen ama sebepleri ortada olmayan, derinlere gömülmüş sonuçlar. Bu, tarihsel süreçteki, modernleşme sürecindeki keskin inkıta ile de alakalı olabilir. Ama insiyaki olarak, piç bir gen şeklinde bünyelerinde vardır bu. Bu gen kendilerinden sonraki kuşaklara ise iyice muharref olarak tevarüs eder. İşte bu daha patolojik bir hale sebep olur. Öyküdeki Belgin karakteri gibi.
Bağ görünmezleşerek, koparak ne idüğü belirsiz, tanımlanamayan, adı konamayan tekinsiz bir duyguya, motife, itkiye dönüşür. Hayalet gibi insanların içinde dolaşır. Bu ur iyi huylu (nötr) veya kötü huylu vasıflarda tezahür edebilir. Rehber karakter düşlerinin ve hapların arasında bunu da alarak, duyarak ve duyumsayarak afyonuna derceder. Belgin’de ise manik-depresif bir halin, adı konamayan, hayalet sebebi olur…

* Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Orhan Günşiray ve Leyla Sayar’ın başrollerini paylaştığı 1960 yapım bu filmin makarası hâlen kayıp. Bu gerçek Ayhan’ın ironiyi enikonu derinleştirdiğinin kanıtı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder